13 Ocak 2011 Perşembe

Türkiye’de Tanrısal Yasama Anlayışı Ve Demokrasi Çarpıklığı İlişkisi



Türkiye’de hiç bitmeyen bir tartışma vardır: Dağdaki çobanın oyu ile okumuş insanların oyu eşit olabilir mi?

Ülkemizde kendi sesini duymaya hasret kalmış sıradan insanlarımız ve onların taleplerinden beslenen geleneksel sağ siyaset , böyle bir sorunun sorulmasına bile çok kızar. Solcuların bir kısmı zaten şeklî demokrasiyi küçümser ve dağdaki çobanı başımıza kalaşnikofla oturtmayı demokrasi sanır. Diğer bir kısmı ise “Oyu aldıktan sonra sosyalizme döneriz nasıl olsa” anlayışıyla hareket eder.

Dağdaki çobanın oyu ile okumuşun oyu arasındaki bitmez bilmez sözde paradoks aslında bir paradoks değildir.

Böyle saçma sapan bir paradoksun oluşmasının sebebi, demokrasinin amacı, işletilme şekli ve hukuk anlayışındaki çarpıklığın üst üste binmesidir.

Demokrasi, yönetimlerin çoğunluk oyuyla değiştirildiği barışçı bir seçim rejimidir ve bundan başka da hiçbir şey değildir.

Demokrasi toplumsal düzeni bir çırpıda değiştiriverecek, yepyeni insanlar yaratabilecek, topluma bambaşka bir ad ve kültür kazandırabilecek, yepyeni bir tarih yazabilecek bir tanrı değildir!

Demokrasi şiddete dayanmayan, şiddeti övmeyen her fikrin ve talebin seslendirilebildiği bir rejimdir ama bunların hepsinin meşru ve karşılanabilir sayılmasının gerekmediği bir rejimdir. Bunun sebebi de her talebin özgürce savunulmasının, bu taleplerin karşılanma maliyetinin demokrasi yüzünden topluma mal edilmesini gerektirmediği gerçeğini değiştiremeyecek olmasıdır.

Kanunlar, bireylerin kendi aralarında ve devletle olan ilişkileri hakkında kayıt ve şartları belirleyen metinlerdir. Kanunların bütün yaptıkları iş temel hakların her şart altında korunmasına yönelik yol gösterici temel ve genel metinler olmasıdır.

Türkiye’de Hıfzı Veldet’in “Toplumsal Düzen Ve Hukuk” adlı kitabından bahsettiği pozitif hukuk felsefesi, hukuku bir kendiliğinden oluşum değil de bir tasarım eseri saydığı için sorunlar çığ gibi büyümektedir.

Pozitif hukuk, hukuku, birilerinin icadı olarak görür. Haklıyı haksızdan ayırmak için gereken kuralları birilerinin akıl ettiğini, söyler. Hukuku icat edenler eskiden hükümdarlar iken şimdi “yasama meclisleri” olmuştur. Yani hukuk ancak, hukuk mucitlerinin, hukuk zanaatkârlarının anlayabileceği ve “gereğince” uydurabileceği bir şeydir. Hukukun pozitivist kolunda aslolan bir kanunun var edilmiş olmasıdır. Kanun varlığı önceliklidir. Haklılık veya haksızlık yaratılan veya tasarlanan kanuna göre tespit edilir. Pozitif hukuk okuluna göre kanun varsa sorun yoktur. O halde her durum için bir kanun çıkarır ve herkesi de bu kanunlara uymaya mecbur edersek toplumda adaleti sağlamış oluruz! Pozitivist okulun bu anlayışı hukukta “kazuistik” denen yasama anlayışının anasıdır.

Kazuistik anlayış, yasama organının, toplum hayatının her alanıyla ilgili mutlaka bir yasama ürünü üretmesi gerektiği anlayışıdır. Geçen yıllarda fındık üreticilerinin “Bir kanunumuz yok!” yakınmasına temel olan anlayış budur. Fındık üreticileri, kendi işlerinin yürütülmesini kendi başlarına beceremediklerini ve bunu ancak bir kanunun emrediciliği altında yaparlarsa haklarını savunabileceklerini düşünmüşlerdir. Oysa bir alışverişin temel özelliği emre değil, rızaya dayanmasıdır. Alıcının vermek istediğinden fazlasını vermesini, satıcının malını peşkeş çekmesini engelleyen şey, alışverişin karşılıklı rıza ile yapılmasıdır, “kanun” denen emirnamelerle yapılması değil.

Burada “kanunların ruhu” meselesine geliyoruz.

Kanun, adı “kanun” olduğu için uygulanması mecburi olan bir emir midir? Mesela bir bölgede elinde silâhıyla dolaşan etnik teröristler insanları ölümle tehdit ederek onları bir takım şeyleri yapmaya mecbur ettiklerinde, onların emirleri de “kanun” hükmünde sayılabilir mi? Veya meşru bir devletin sırf meşru olmaktan dolayı kaleme aldığı her türlü emre kanun denebilir mi?

Bir kanunu bir emirden ayıran şey, emrin, âmirin hedefini gözetmesi, kanunun ise hukuk idealini gözetmesidir.

İşte bu, pozitif hukuk okulunun akıl edemediği ve bu yüzden bizim hukuk sistemimizin de yasama organının bütün gayretlerine rağmen içini dolduramadığı boşluktur. Yasama organımız gece gündüz durmadan bir takım kanunlar çıkarmaktadır. Buna rağmen ne toplumdaki husumetlerin ( maddi davaların) ne de suç oranının azalmasını sağlayabilmektedir. Peki ama neden böyledir? Yasama organımız kiraların zam oranından ilâç fiyatlarına, alkol tüketiminden televizyon yayınlarındaki reklamların sürelerine kadar her konuda “âmir” metinler yayınlarken hâlâ neden düzensizlik devam etmektedir?

Yoksa bir kanun yapmak her şeyi çözmek anlamına gelmemekte midir?

Bu durumun belli başlı üç sebebi vardır.
Birincisi hiçbir yasama veya yürütme organı her şeyi bilen bir tanrı gibi davranamaz. İlâç fiyatları ile ilgili sürekli “düzenleme” yapan hükûmetler, ne nihaî tüketicinin durumunu, ne eczacının satın alma gücü ve maliyet yapısını bilmektedirler. Onlar sadece üreticilerle ettikleri pazarlıkların sonuçlaırnı yönetmelikler veya kararnamelerle eczacıya ve hastaya dayatmakta ve bunları çıkardıkları için problemleri en baştan çözdüklerini sanmaktadırlar.

İkincisi, insanlar kanunlarla programlanan robotlar değildirler. Vicdan kanunlardan önce yaratılmıştır. Vicdanı yok sayarak kanun yapmak masumiyet karinesini yok saymaktır. Bu aynı zamanda insanın özgür olmadığı kanaatinin bir ifadesidir.

Üçüncüsü, bir tasarımın karmaşıklığı çelişki ihtimalini de arttırır.

Ve belki bir dördüncü sebebi de eklemeliyiz: Genel ilkeler ve amaçlar dışında kanun yapmaya başladığınızda, kayırmalara ve özel suçlar icat etmeye de başlarsınız.

Meselâ alkol tüketiminde yaş haddi dışında, alkol tüketilecek yerlerin özelliklerini tek tek yazmaya kalkıştığınızda, o zamana kadarki bütün hürriyet uygulamalarını birer birer suç haline getirirsiniz.

Veya genel ilkelere ( karinelere) uygunluğu gözetmediğinizde sanıklık teminatını hiçe saymaya başlar, kanunu sanığın aleyhine işletmeye başlarsınız. Bu, kanunu, suçlu yaratmaya yönelik olarak kullanmak anlamına gelir.

Görüldüğü gibi hukuk, kanunlardan, yasama ürünlerinden, bürokratik yönetmeliklerden ibaret olmadığı gibi bunları aşkın, bunları şekillendirmesi gereken bir soyut idealdir. Adalet de o ideale ulaşmak gayretinden başka bir şey değildir.

Türkiye’deki pozitif hukuk uygulamaları, ilkelerden yoksun bir yasama ürünleri egemenliğinden ibarettir. Meselâ Ergenekon sanıklarının tutukluluk sürelerinin on yıla kadar uzayabileceğine dair kanun maddesi olduğunu söyleyen bir milletvekili, masumiyet karinesi gereği bunun bir emir değil bir istisna olacağını bilmelidir. Veya haklarından en az bir mahkeme kararı olup da şeklen onay bekleyen mahkûmların masumiyet karinesinden yararlandırılarak salıverilmesine ses çıkarmıyorsanız aynı ilkeliliği masumiyetleri tartışılamaz insanların tutukluluk hali içinde göstermelisiniz. Yani “Kanun çok açık” demek, hukukun gereğinin yerine getirildiğini söylemek için yeterli değildir.

İşte ülkemizdeki demokrasi çarpıklığı burada yatmaktadır.

Çünkü hukukun, yasama organının icadı sayıldığı bir memlekette demokrasi, yasama tanrısallığını ele geçirmek kavgasından ibarettir. Yani oy sayısına göre seçilmiş vekillerin, kendi kafalarına göre uydurdukları her türlü emrin, “kanun” adıyla vatandaşlara dayatılması işi haline gelir.

Hukukun kanun yapmaktan ibaret sayıldığı bir memlekette meclis, kendini gece gündüz bir takım kanunlar uydurmaya mecbur ve hatta yetkili hisseder. Yasama organının Tanrı olamadığı yerlerde de boşluk, bürokrasinin yönetmelikleriyle doldurulur.

Yönetmelik esasen ancak idare ile ilgili bir tür kullanım kılavuzu ve yol gösterici olmak gerekirken bizimki gibi kanun devletlerinde, sivil vatandaşların da hayatını düzenlemeye kanunla eşdeğer ölçüde yetkili özel emirnameler halini almaya başlar.

Böyle bir rejimde devletten hesap sorulması neredeyse imkânsızdır, çünkü devlet her türlü çapraşık ve kümelenmiş mevzuat ile vatandaşın karşısına çıkar ve adeta yenilmez bir dev olur.

Böyle bir rejim, kanunların sadece kanun ve âmir olmak için çıkarıldığı, karinelerin kanunlar üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı bir rejimdir. Ergenekon sanıklarından Mehmet Haberal’ın tazminata mahkûm ettirdiği hakimlerin, hâlâ onun davasına bakıyor olması bunun can alıcı örneğidir. Veya suçları ispatlanmamış insanlar hakkında iktidar vekillerinin ettiği sözlerine yargıdan hiçbir uyarı gelmemesi ve sanıkların sadece sanık olmalarının bile adeta suçluluklarının ispatı sayılması, kanunların ferdin hakları için bir teminat olmaktan ziyade oy çoğunluğunu ele geçirenlerin kalkanı olarak kullanıldıkları intibaını doğurmaktadır.

Kanun yapıcılığının, herkes için ve her zaman geçerli olabilecek genel kurallar koymakla sınırlandırılmaması halinde, dağdaki çobanın, sadece oy aldığı için keyfî “kanunlar” çıkarması engellenemez.

Bugün toplumun çoğunluğundan oy aldığı iddiasıyla keyfi kanunlar çıkaran iktidar partisinin toplumda yarattığı tedirginliğin sebebi budur. Oy çokluğu bir meşruiyet ve masumiyet sebebi olmadığı gibi bir adalet kaynağı da değildir. Adalet, kalabalıkların yaptığı şey değildir. “ Başı açıkların hakları bizim teminatımız altındadır!” demek bu yüzden anlamsızdır. Çünkü “kanun yapmak gücünün” usul ve esaslarıyla ilgili ciddi hukukî ilkelerin gözetilmediği bir memlekette bu, meselâ başı açık öğrencilerin haklarının, meclise girmiş çobanın insafına terk edilmesi anlamına gelecektir.

İşte bu sebeplerden, genel usul ve ilkeler hususunda bilgilendirilmemiş, yetki ve sorumluluğu kendisine anlatılmamış, ettiklerinin toplumdaki sonuçları hakkında fikri olmayan bir doktor da sınırsız bir demokraside bir çobandan farklı sayılamaz.

Mesele kişilerin bireysel gelişmişlikleri değil, herkes için ve her zaman uyulması gereken genel kurallara uyup uymamaları meselesidir. Birilerini tanrılaştırdığınızda veda etmeniz gereken ilk şey demokrasidir.

Hiç yorum yok: