10 Ocak 2011 Pazartesi

Liberal Ve Dinci Köksüzlüğün İmparatorluk Çarpıtmasına Cevap




Son günlerde siyasal dinciliğin “Yeni Osmanlıcılık” projeleri konuşuluyor. Birileri, dış işleri bakanımızın hayalindeki büyük haritayla Osmanlı’yı ihya edeceğini sanıyor. Sık sık millî devlet/ulus devlet fikrinin karşısına imparatorluk tasavvurları konulmağa çalışılıyor.

Durmadan Osmanlı’nın Türk’ten gayrı unsurlar barındırdığı, hepsinin varlığına saygı duyduğu söylenip duruyor. Ama bunlar hep neticelere bakılarak söylenen kasıtlı çarpıtmalardan ibaret.

Osmanlı Türk dışı unsurlar barındırıyor muydu? Şüphesiz evet. Çünkü o bir imparatorluktu. Osmanlı hâkimiyet sahasındaki unsurların hayat tarzlarına saygılı mıydı? Şüphesiz evet… Çünkü o gene bir imparatorluktu.

Bu akıl yürütmenin belli başlı iki eksikliği var.

Birincisi bir devlet, eğer bir “patron” devletin emriyle değil de bir bağımsız toplum tarafından kurulmuşsa o devlet, adı ne olursa olsun millî bir devlettir.

İkincisi imparatorluklar demokratik katılımla kurulmaz ve işletilmez.

Irak, Suriye, Afganistan gibi, sözde hükümdarlarına patron devletler tarafından taç giydirilerek haritaya çizilmiş devletler dışında yer alan az sayıdaki devletin tamamı bir millî unsura dayanır. Bu toplumsal bir gerekliliktir. Çünkü kurallı yaşamak ihtiyacının, kabile yaşantısına baskın geldiği topluluklar, toplumlaşarak bir üst medeniyet seviyesine geçerler. Yani milletleşme, “tarihin bir devrinde, bir hukuk çatısı altında/devlet bir araya gelen kavimlerin bir birleşimi” olmaktan dolayı, kabile yaşantısından çok daha medeni ve var edici bir davranıştır.

Milletleşme bir davranıştır, çünkü milletleşmek, “kurala dayanmak arzusunun irade ile hayata geçirilmesi” işidir. İradeye dayandığı içindir ki bir davranıştır. Yani insanca bir iştir. Oysa kabile hayat, aşiret mensubiyeti kokusu, rengi, şekli tanıdık nesnelerin yenmemesi gerektiğine dair hayvanca güdünün insan ailesinde belirmesinden başka bir şey değildir.

Bir imparatorluğun çok milletli veya çok kavimli olması, imparatorluğun kurulması ve genişlemesinden sonra meydana gelir, ondan önce değil! İmparatorluklar devrinde cenk ve fetih yegâne genişleme yoludur. Cenk ve fetihte de kimsenin rızası aranmaz. Her imparatorluğun cenk ve fetih güdüsü farklı olmakla beraber aslolan güçlü olanın, düzeni kendi güç aygıtlarıyla sağlaması, sükûnu tesis etmesi ve kendi varlığını, değerlerini egemen kılmasıdır.

“Roma barışı” dendiğinde, Roma İmparatorluğunun, kendisini davet eden topluluklara koştuğunu anlamayız. “Roma Barışı”, Roma hukukunun, Roma egemenliğindeki her yerde istisnasız kullanılması, egemen olması anlamına gelirdi. Kendi bölgelerinde kendi kilimini dokuyan Kuzey Afrikalı kabileler belki farkında değillerdir ama onların çatışmasız yaşamasını sağlayan, o dönemde son sözü Roma’nın söylemesidir.

Roma neydi? Roma, büyük ölçüde Etrüsk kökenli, lâtince konuşan, devletleşme sürecine pek çok ırkın, kavmin , kabilenin katılıp içinde mezcedildiği büyük bir milletleşme süreciydi. Bu katılımda lâtincenin belirleyici olması, Roma’yı kuranların hayat tarzının esas kabul edilmesi, katılımın olmazsa olmaz şartlarıydı.

Aynı şekilde Osmanlı, bir Türkmen uç beyinin kurduğu devletten yeşerip olgunlaşmıştı. Osmanlı’nın kurucuları Türktüler, Türkçe konuşuyorlardı, diğer Müslüman milletlerden ayrıydılar ve pek çok büyük devlet kurmanın tecrübesini içlerinde taşıyorlardı. Osman Bey devleti kurduğunda hiç kimse onun “etnik kökeninden” bahsetmiyordu. Çünkü o, millet ağacının dalı olduklarının farkında olan aşiretlerden birine mensuptu. Osman Bey’in torunu, Bayezit, dünyanın bir ucundan kendisiyle kapışmaya gelen Timur ile aynı milletin mensubu olduğunun farkındaydı.

Şüphesiz Osmanlı devlet yönetimine pek çok Türk dışı unsur katmıştı. Veya padişahlarımızın bir kısmının annesi de köken itibariyle Türk dışı idi. Peki ama bütün bir mekanizmayı Türk’lerden oluşturmak varken neden böyle bir yola gidilmişti.? Şimdilerdeki sapkın, nevzuhur, köksüz liberallerin ve vatansız dincilerin sandığı gibi bu bir “demokratikleşme projesi” falan değildi.

Bu, “milletleşmeye duyulan sonsuz güvenin” bir ifadesiydi! Bu, soyutluğun, kuralın, normların ve değerlerin, ırktan, kandan, kabileden daha belirleyici olacağı bilgisine duyulan güvendi.

Bu, “birinin son sözü söylemesi gerektiği” gerçeğini, kurala dayandırmak kararlılığının ifadesiydi. Kurallar Türk örfünden kaynaklanıyordu. Bundan dolayıdır ki “Türk-İslam” denerek Arap örfüyle veya siyasi İslamcılıkla ilişkilendirilmek istenen Müslüman Türk devletlerinde din, siyaseti belirleyen büyük örfün yanında ancak zahiri bir meşrulaştırma kurumu olarak kullanılmıştır. Açık bir vicdanî ihlalin giderilmesinde uyarıcı olmak dışında, İslâmiyet sanıldığı gibi Türk devletlerinde Araplaştırıcı, “örf telkin edici” bir mevkide olmamıştır. Bundan dolayıdır ki İslâmiyet’in kabul edilmesi, Türk’leri Araplaştırmamıştır.

Bünyesine sayısız kavmi katan büyük devletimizin can damarlarında daima kendi örfümüz dolaşmıştır. Bundan dolayı biz Türk’ler bütün hanedanlarımızı ve büyük cumhuriyetimizi bir büyük devlet olarak kabul ederiz. Dimağımızı besleyen değer ve normlar, Mete Han’dan bu güne kadar değişmemiştir.

Biz ahlâkı, İslâmla edinmediğimiz, ondan çok önce de yaşadığımız içindir ki onun son ve büyük bayraktarı olabilmişizdir. Bundan dolayıdır ki bizim için Arap olmak herhangi bir ahlâkî önem arz etmemektedir.

Tarihin belki de son büyük barışı olan “Osmanlı Barışı”, egemen Türk milletinin, kabilelerden korkusunun bir eseri değildi. O, “adaletin şaşmaz egemenliğinin” ete kemiğe bürünmesiydi ki buna ihanet etmenin bedelinin korkunçluğu, kendi bölgelerinde kendi kokularıyla av sahası belirleyen sayısız kabilenin, medeniyetle ilişkisini sağlıyordu.

Egemenlik sadece silâhlı gücü elinde bulundurmak değildir bir İmparatorlukta. Egemenlik, imparatorluğun her yerinde kendi damgasını vurabilecek büyük ve yetkin bir kültür sahibi olabilmektir. Bu da “Kendine benzeyeni yeme!” kuralından gayrisini bilmeyen ve kendi sürüsünden gayrisini düşman sanan kabile ırkçılarının anlayamayacağı bir soyutluktur.

Bundan dolayıdır ki etnik hınçları hâlâ dinmemiş ırkçı Sırp’lar, Bosna’da kendi kandaşlarını katlederken onlara “Türk” diye hakaret etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti, İstanbul’u fethedip Avrupa’da yıldırım gibi eserken yediği üzümün dalına para bırakan Türk’ün örfüyle tanımıştır. Çünkü onlar İslâmiyeti, bünyesine sayısız kavmi, kurala dayanan büyük düzen sağlayıcılığı ile katan medenî ve erişilmez Türk’ün varlığı ile tanımışlar ve milletleşememenin kompleksini bu yüzden hâlâ duymaktadırlar. Balkan Müslümanlığının rengi Arabî değildir, doğrudan Türktür! Gene bundan dolayıdır ki Arap-Vahabî tutuculuğu, sonsuz maddî imkânlarla İdil-Ural, Kafkas ve Balkan Türk varlığını kendi mecraına çekmeye çalışmaktadır.

Hiçbir imparatorluk, kurucu unsurunun, kurucu ulusunun egemenlik yetkisini paylaştırarak ayakta kalmamıştır. Egemenlik yetkisinin paylaştırılması gibi sanılan mahallî yetkilendirmeler, ilgili bölgenin halkına “Senin hükümdarını belirleyeni unutma, patron benim!” demenin bir yoluydu. İngiltere Irak denen sun’i devlet kurulurken sözde Irak kralına tacını sıradan bir subayı ile giydirirken de bu mesajı veriyordu. “ Benim subayım, senden çok daha büyük ve güçlü bir imparatorun temsilcisi olarak sana isterse taç giydirir, isterse seni yok eder!” mesajını veriyordu. Nitekim Kanuni’nin Fransa kralına hitabında da onu kendi dengi görmemesi imparatorlukların “katılımcılık ve demokrasiyle” yönetilmediğini gösterir.

Gücün çok daha açık kullanıldığı devirlerin bir yönetim şekli olarak imparatorlukları günümüzün değer yargılarıyla yargılamak bu yüzden saçmadır. Buna mukabil, günümüzün modern siyasetini oluşturan bütün kurumlar ise mutlaka milletleşmeyle ilgili olarak gelişmiştir. Çünkü imparatorluklar yalnıza “millet dışı unsurları” güçle birleştiren mekanizmalar değildi. İmparatorluklar, milletleşmesini gerçekleştirmiş kavimlerin, kendilerini birleştiren değerlerin, dünyanın geri kalanına egemen kılmak gayretlerinin ifadesiydiler.

Osmanlı en zayıf devrinde bile Türk devleti olduğunun bilincindeydi ve bu yüzdendir ki 1876 Anayasası’nda resmî dil Türkçe olarak belirtiliyordu.

Bir haritaya anlam veren, onun büyüklüğü değil, büyüklüğünün hangi değerlerle doldurulduğudur. Şol sebeptendir ki eğer dünyanın yarısını kaplayacak bir imparatorluk hayal ediyor iseniz bu haritanın içini, altın ibrikle taharetlenen, görmemiş petrol zenginlerinin çarpık adetleriyle mi yoksa kefenini giyip kendinden on kat kalabalık bir orduya şeksiz ve şüphesiz hücum eden “erlerin” örfüyle mi doldurmak istediğinize dikkat etmelisiniz.

Hiç yorum yok: