3 Ocak 2011 Pazartesi

Uzlaşmazlık Ahlâkı I



Fikrî tartışmaların özelliği, belki de karşımızdakini ikna etmeye çalışmamız değil de belki bizim neden ikna olmayacağımızı açıklamaya çalışmamızdır.

Bu açıdan iki uzlaşmaz fikrin taraftarlarının birbirini ikna etmesi özünde imkânsızdır. Çünkü fikirler kafamızda nötr, tarafsız ve etkileşimsiz şekilde bulunmazlar. Kafamıza öylece de gelivermezler. Fikirler kafamızda uzun tecrübelerin sonucunda oluşurlar. Elbette fikirlerimizin zaman içinde değişmesi söz konusudur. Ama bu, gerçeklik algımızda bir değişiklik meydana geldiğinde olur.

Peki ama tek bir gerçek yok mudur? O halde gerçek herhangi bir inanç ile değiştirilebilir mi? Mesele gerçeğin kendisinde değil, gerçeklik algımızdadır.

Eğer gerçek her zihne, her kabule ve her inanca göre değişseydi hayatımızı sürdürmemiz imkânsız olurdu. Akıl hastalığına hükmedebilmemiz, gerçekliğin tek olduğuna dair algı birliğimizden kaynaklanır.

Buna rağmen bazı inançlar, ideolojiler gerçeklik algımızı ciddi şekilde zedeler. Çünkü uyandırdıkları izlenimlerin “gerçek izlenimler olup olmadığı” beyin kimyasının merkezlerince ayırt edilemez. İşte gerçekliğin hiçbir zaman bilinemeyeceğine dair safsataların dayandığı kör nokta burasıdır.

Meselâ “artı değer” denen iktisat dışı, yanlış akıl yürütme, malların satışından önce işçilerin ücretlerinin ödenmesi, fabrika iflas etmediği müddetçe de ödenmesi ve fiyatlandırmada müşteri rızası gibi hakikatlere rağmen hâlâ zihinlerimizde bir haksızlık ve zulüm algısı oluşturmaya devam etmektedir. Bu tıpkı bir korku filmi seyrederken duyulan heyecana benzemektedir. Mcihael Myers’ın gerçek olmadığını hele filmden çıkıp bize zarar veremeyeceğini bilmemize rağmen korkuyu algılarız. Vücudumuz bunun gerçek bir korku olmadığını bilemez ve adrenalin salgılamaya devam eder.

Bundan dolayıdır ki tartışmalarda aslolan gerçeğin/ hakikatin bulunmasıdır. Yazıda bu iki kelime sık sık birbiri yerine kullanılacaktır.

Şüphesiz dünyaya karşı sayısız bakış geliştirebiliriz. Dünyaya bakış şeklimiz onun ne kadarını görebildiğimizi etkileyecektir. Bir hakikati bütün veçheleriyle idrak edebilmek belki mümkün değildir ama anlamını ifade edecek kadarını idrak edebilmemiz mümkündür ve insanlığın bütün gayreti hakikatin büyük resmini her gün daha fazla görebilmek ve anlamak üzerinedir.

Bu biraz da yapboza benzer. Hakikatin sayısız parçasının olması, sayısız hakikatin var olduğu anlamına gelmez. Sadece bu parçalar arasındaki tutarlılığı bulmamız gerektiği anlamına gelir. Bugün bilim denen saha, maddî evrenin yap boz parçaları arasındaki tutarlılığı dile getirme çabasından başka bir şey değildir. Neden böyledir? Eğer böyle olmasaydı veteriner hekimlikteki araştırmalardan beşeri hekimlikte yararlanamaz, Einstein’ın paradigmasına dayanarak tutarlı kuramlar geliştiremez, Newton’a dayanmaksızın roketlerin yönlendirme mekanizmalarını kuramazdık.

Peki bütün bunların “uzlaşmazlık” ve hele “ahlakla” ne gibi bir ilgisi olabilir? Uzlaşmazlık hakkındaki kanaatlerimizin de büyük ölçüde yaygın bir ezber izlenim olduğunu şöyle bir düşününce rahatlıkla fark edebiliriz.

“ Uzlaşmazlık” kelimesi büyük ihtimalle “inat”, “direnç”, “savaş” gibi kelimeleri çağrıştırmaktadır çünkü…

Oysa uzlaşmazlık, gerçeklik algıları konusunda anlaşamamak durumudur. Meselâ işverenin, ancak işçinin ücretini ödedikten sonra gerçekten kâr edip etmediği söylenebileceği gerçeğine ile kârın, metanın içindeki, adeta topraktan çıkartılan bir şey olduğunu söyleyen çarpık mantığın uzlaşması bu yüzden mümkün değildir.

Peki ama bunlar uzlaşmazlığı gerektirecek kadar büyük meseleler midir? Yani bir “orta yol” bulmak mümkün değil midir? Tartışmada her iki tarafı da memnun edecek bir neticeye ulaşılamaz mı? Hazır elimizde tez-antitez ve sentez şablonu da varken uzlaşmazlıkta bahsetmek safdilce” idealist” bir yaklaşım olmuyor mudur acaba? Neticede madem herkesin gerçeği kendisinedir?..

Gerçek/hakikat, kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.

Duyularımızın sınırlarının olması, hakikatin tekliğine doğru yönelmemizi sağlar. Hakikat biz algıladığımız için yoktur, algımızın bütünlüğünü sağladığı için varlığını kavrayabildiğimiz bir var oluştur. Bugün bizim yaşamadığımız milyonlarca yıl boyunca dünyanın, dinozorların, eğrelti otlarının var olduğunu onların izlerine bakarak anlayabiliyoruz. Demek ki hakikatin varlığı bizim algımızdan bağımsızdır.

Bu neden önemlidir?

Davranışlarımızı yönlendiren, sınırlandıran etkenlerin neler olduğunu anlayabilmemiz açısından önemlidir.
Çünkü meselâ Hayek’in “kurucu rasyonalizm” diye adlandırdığı düşünce okulunda, aklımızın sınırsızlığı ile her şeyin açıklandığı, açıklanabileceği kanaati hâkimdir. Aklımızın sonsuz değiştirme potansiyeli olduğu kabulü üzerine oturan gerçeklik algısı, davranışlarımız üzerindeki sınırlamaları inkâr etmemize yol açmış ve istisnasız şekilde diktatörlüklerin doğmasına sebep olmuştur.

Gerçeğin bizden bağımsız şekilde var olduğu bilgi ise bize aklımızın kavrama ve değiştirme gücünün sınırlı olduğunu hatırlatır.

Peki ama bunlar niye bu kadar önemli olmalıdır ki?

Sorun şudur: Gücü sınırsız bir akıl varsayımıyla, gerçeği parça parça anlayabilen sınırlı bir akıl anlayışı birbirimize ve dünyaya karşı farklı şekilde davranmamıza yol açacak iki farklı anlayıştır.

Şüphesiz bu iki anlayıştan birini seçmekte serbestizdir ama bu iki anlayışın varacakları ahlâkî ve faydacı sonuçların sorumluluğundan kurtulmamız mümkün değildir
.

Bu iki anlayıştan birini seçmekte özgür olmamız her iki anlayışın da “doğru” veya “arzu edilir” veya “âdil” sonuçlara ulaşabileceği anlamına gelmez. Hırsızlık veya cinayet birer seçimdirler. Ama bunları yapmayı seçebilmemiz, verdiğimiz zararı ve kötü bir insan olarak anılmamız sonuçlarından kurtulabileceğimiz anlamına gelmez.

Eğer aklımız sınırsız bir güce sahipse ve mesela bütün bir toplumsal düzeni yeni baştan kurabileceğimizi düşünüyorsak, elimizde zor kullanma yetkisini tuttuğumuz zamanda diğer insanlara buna göre davranabiliriz.

Meselâ üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırmakla her şeyi düzeltebileceğimizi düşünmek bizim tercihimizdir. Bu düşünceyi “bir şekilde” hayata geçirdiğimiz takdirde bütün üreticilerin ellerindeki araçları herkesin malı haline getirir ve daha sonra da önceden tahmin edemediğimiz bir yeniden dağıtım sorunuyla karşı karşıya kalırız. Oysa maddi şartların aklımızı yönlendirdiğini söyleyen bir düşünüre göre hareket etmiş ve doğru düşünmenin maddî alt yapısını hazırlamak istemişizdir?

Üretim araçlarının herkesin malı olduğunu söylediğimizde, kimin hangi üretim aracıyla ne kadar üretmesi gerektiği sorusunu bizim cevaplamamız gerekecektir. Oysa bu sorunun cevabını eskiden üretim araçlarının sahipleri bulmaya çalışmaktaydı. Daha sonra ise üretilecek malların kimlere nasıl dağıtılacağı sorunu ortaya çıkacaktır. Üretilen malların gerçekten kimin ihtiyacı olduğunun cevabını eskiden müşteriler gerek alım güçleri gerekse ihtiyaç algılarına göre kendileri belirlerken meselâ bir ayakkabı fabrikasını kolektifleştiren biri olarak bunu belirlememiz bizden istenecektir.

Aklın sınırlı kavrayışına inanan biri ancak ve yalnız kendi yakın çevresi ile ilgili olabildiğince çok şey bilerek fakat toplumun geri kalanı hakkında hemen hemen hiç bir şey bilmeyerek hareket eder. Buna mukabil ürettikleri, haklarında hiçbir şey bilmediği pek çok kişinin faydasına sunulmuş olur. İşte aklımızın yetersiz kaldığı “kendiliğindenlik” durumu budur.
(Devam edecek)

Hiç yorum yok: