20 Aralık 2013 Cuma

Dinî Hassasiyetçilik Ve Şeriatçı İşbirlikçiliği

Dinciliğin  aramıza sızması, genellikle “dinî hassasiyet” kisvesiyle  gerçekleşiyor.

Dinciliğin hedefi, toplumu, “dine göre düşünen, dine göre davranan” yeknesak bir kitle haline getirmek. Bu amaç için çalışmaya da “hizmet” diyorlar. Onlara göre İslâm’ın hikmeti, herkesi günahsız “müminler haline getirmek.

Dinciler  “amel imandan bir cüz değildir.” İlkesinden habersiz değiller elbette ama bunu gizlemek işlerine geliyor.

Dikkat edilirse dinciler sürekli, insanları günahlarından arındırmak ve “imanlarını” kurtarmakla meşgullerdir. Said-i Kürdi ve Fethullah GÜLEN’in yazılarına baktığınızda, günahları yüzünden cehennemin kıyısında dolaşan ve ancak  İslâmla ( şeriat)  bundan kurtulması mümkün olan  bir tür “metodolojik   Müslüman bireyinden” bahsederler. Onlara göre her dakika şeriatla meşgul olunmazsa din elden çıkıverecek bir değerdir.

Dini o kadar “önemserler” ki din adına insanlara yapılanları algılayamazlar bile.  Onlara göre insan din içindir, din insan için değildir. Kur’an’ın bir yerinde “İnsanın Allah’ı zikretmek için yaratıldığını” görmüşlerdir  ama onun aynı zamanda irade sahibi ve sorumlu  tek canlı olduğunu görmezden gelirler.  Meleklerin de Allah’ı zikrettiğini ama bunun ve görevlerinin dışında  bir “boş zaman geçirme” iradelerinin olmadığını görmezden gelirler. Bu, dinde, “işine gelen yeri görmek,  gelmeyen yeri gizlemek” demektir ki herhalde en hafif dinî  tabirle “ münafıklıktır”.

Peki ama  dini hayatın her anında uygulamak mümkün müdür?

Öncelikle “din” denen değerin nasıl anlaşılması gerektiği sorunuyla karşılaşırız. Eğer Kur’an’ı birebir uygulamak ise bunun yeterli olmadığı mezhep denen uygulamaların icadıyla ortaya çıkmıştır. Bu demektir ki dini günlük hayatın her anında uygulamaya çalıştığımızda karşımıza sayısız ayrıntı ve sorun çıkmaktadır. Bu sorunların her birini  dine uygun çözmek  hiçbir insani zekânın başaramayacağı bir iştir. Bunun yapılabilmesi için birilerinin yirmidört saat boyunca  fetva üretmesi lâzımdır.

Kaldı ki artık sorunlar o  kadar çeşitlidir ki  geçmişin her işten anlayan “ulema”  sınıfı artık mevcut değildir. Dolayısıyla “ Diş dolgusuyla gusül olur mu?” gibi günlük sorunlara karşı cevap geliştirmek işi ruhbanların akıllarının ötesinde artık çeşitli  uzmanların bilgisine bağlı hale gelmiştir. Artık sözde dine dayanan fetvalar ancak seküler uzmanlıkların   yarar/zarar görüşlerine, bilgilerine bağlanmıştır.

Bu durum, aslında bize “din” diye dayatılan ayrıntıların, akılları ve bilgileri sınırlı bir takım insanların yorumlarından ibaret olduğunu göstermektedir.

Hal böyleyken   sıradan Müslümanlara “ dini hassasiyet” aşılamak, aslında  bu insanların, geçerliliği tartışmalı sözde din yorumlarına itaat edilmesini istemekten  başka bir şey  değildir.

Bu iş o  noktaya gelmiştir ki geleneksel seslenişlerimizin, dileklerimizin kalıpların yerine bile Arapça bir takım kalıplar yerleştirilmeye başlanmıştır. “Çok yaşa!” yerine “Yerhamükallah!” gibi  ne anlama geldiği belli olmayan , Arapça oldukları için Müslümanca sayılan kalıplar, seslenişler “ dini hassasiyet” adına kafamıza  dolduruluyor. Çocuğa nazar değmemesi için “maşallah!” demek bile bu hassas arkadaşlar için yetmiyor, “maşallah suphanallah!” gibi  daha önce duymadığımız, nereden geldiğini de bilmediğimiz “düzeltilmiş” İslâm kalıplarıyla karşılaşıyoruz.

Dincilik  bizim sıradan Müslümanlığımızı beğenmiyor, bunu yeterli bulmuyor. Hatta açıkça söylersek bizi bir tür “yani cahiliye dönemi insanı” sayıyor. Onlara göre biz, “imanları sahih olmayan” insanlarız. Bunun için her vesileyle “hassas” bir şekilde  hayat tarzımızı , ruhbanlarının egemenliğine sokmaya, imanımızı tashih etmeye/düzeltmeye çalışıyorlar.

İşin kötüsü bu anlayış Türk milliyetçilerinin içine de sızıyor ve  “ dini hassasiyetler taşıyan”,  makbul bir milliyetçilik geliştirmek iddiasıyla içimize şeriatçılık düşüncesini sızdırıyor.

Türk milliyetçilerinin bir kısmı menfaat ve ikbal beklentisiyle diğer bir kısmı ise bu fitnenin içlerine saldığı “imanı kaybetmek” vesvesesiyle,  endişesiyle   bu “hassasiyet”  aşırılığını destekliyor.

Türk milliyetçileri içindeki bu dinci destekçilerinin sebepleri ne olursa olsun, nihayetinde,  milliyetçi camia içinde  önce “din varken Türk’ü öncelemenin” o kadar gerekli olmadığı, daha sonra  bunun “millete” yabancı olduğu, en sonunda da “ kötülenmiş” olduğu kanaati yavaş yavaş büyüyor, gelişiyor, yerleşiyor.

İçimizdeki bilinçsiz şeriat işbirlikçisi milliyetçilerin görece fazla olması hiç de sevinilecek bir durum değil. Çünkü onların bilinçsizliği,  dini değerlerin insafsız sömürüsüyle bir kesin inanca dönüşüyor. Böyle olunca da akılla ve mantıkla ikna edilebilmeleri de mümkün olmuyor.

Menfaatçilerin durumu, dinciliğin maddî gücüne bağlı olduğundan, iktidarın güçte düşmesi halinde başlarını   ilk açıp ilk traş olacakların, onlar olduklarını,  kuvvetle varsayabiliriz.

Türk milliyetçilerinin lâikliği savunması, bu açıdan hayatî önem arz ediyor. Türk milliyetçileri, kendi içlerindeki dinci yönelimleri kesin şekilde dışlayıp artık Arapça kaynaklardan milliyetçiliği meşrulaştırmaya çalışmaktan vazgeçmeli. Kur’an indiğinde bile belki de binyıldan fazladır millet bilincini taşıyan bir  büyük toplum olduğumuzu unutmamalıyız.

MHP'nin veya milliyetçiliğin tarikat olduğunu bilmiyorduk.
Türk milliyetçiliğinin “dinî hassasiyetlere sahip” olmasını istemek onun  “yeterince Müslüman olmadığını” söylemek demektir.  Takva ancak Allah ile kul arasında bir dindarlık derecesidir. Takva kullar arasında  gözetilecek bir üstünlük derecesi değildir. Türk milliyetçilerine dini hassasiyet telkin edenler, dinciliğin, takvayı insanlar arasında bir gösteriş haline getiren fitnesine hizmet ettiklerini maalesef göremiyorlar.

Maalesef  ana akım Türk siyasal milliyetçiliği, “Türk islâm Ülküsü” boş inancıyla  halka yaranabileceğini sanıyor. Bu söylemle, halkın arasında yayılmış  hurafelere teslim olup riyaya bulaştırılmış dinci takva aşırılığına el ulaklığı ediyor.

Türk milliyetçiliği en kısa zamanda “dini hassasiyet”  fitnesinden kurtulmalı, halka, onun hurafelerini benimseyerek yaklaşılamayacağını görmelidir. Türk milliyetçilerinin öncelikli görevi halkı hurafelerine teslim olmadan, onu aklın, mantığın, felsefenin yoluna özendirmektir. Düşünmekten ve keşfetmekten zevk almayı bilmeyen hiçbir toplum dinci aşırılığın şiddet çukuruna yuvarlanmaktan kurtulamamıştır. İşte milleti sevmenin anlamı, milleti, bu çukura düşmemesi için uyarmaktır.




4 yorum:

selcen dedi ki...

Dilinize sağlık.

Derya Yeliz ULUTAŞ dedi ki...

" Nasilsin?" sorusuna "cok sukur" degil "hamdolsun" diye cevap vermek gerekliymis.Cunku cok sukur deyince,"Allahim bana verdigin zorluklar umrumda degil" demis oluyormussun ve Allah sana daha cok dert verirmis.Hamdolsun deyince vermezmis. Duydugumda kulaklarima inanamamistim, kimlerin hastalikli dusunceleri bunlar boyle cok merak ediyorum. Dini hayatta uygulayacagiz derken dini dinlikten cikarip istedigin gibi at kosturulacak bir alana ceviriyorlar. Bu arada o dedigim olay nasildi inan tam olarak hatirlamiyorum , tam tersi de olabilir hamdolusun cok sukur..

Afşar Çelik dedi ki...

Teşekkürler Selcen Hanım, desteğiniz ümit ve moral veriyor. Her zaman belerim. Saygılar.

Afşar Çelik dedi ki...

Aynen! Bunun gibi milyonlrca örnek var. Bu bir tür "mani". Aslına bakarsan dini hayat bu şekilde egemen kılmak anlayışına yanılmıyorsam "İsrailiyat" deniyor.

Çünkü mesela elinin değdiği her yeri kutsamak veya heryeri "temizlemek" için yapılan "koşer" bu anlayışın tam anlamıyla sembolüdür.

Zaman ayırıp okuduğun, kafa yorduğun için çok teşekkürler. Her zaman bekliyorum, sağlıcakla...