5 Aralık 2013 Perşembe

Türk Milliyetçiliğinde Atatürkçü Yönelim Mecburiyeti I


Atatürkçülük ve Kemalizmin Türk milliyetçiliğiyle bağdaşamayacağının altı ısrarla çiziliyor.

Atatürkçülük  ve hele Kemalizm geçmişte “Türk” diyemeyen enternasyonalist solcuların özlerine dönme çabasıdır.

İdeolojisi gereği sol enternasyonalist olmak zorundadır. Sol, enternasyonalizmi sadece Marxist bir eylem gerekliliği olarak görmez, buna aynı zamanda ahlâkî bir değer de yükler.

Bu iki “ideolojimsi” neden sonradan ortaya çıkmıştır?

Bunun sebebi, devlet eliyle kurulan politika ve halkın  o devirdeki birikimine göre şekillenen politika arasındaki  farktır.

Sağ ve sol henüz teşekkül etmemişken siyaset,  Atatürk’ün kurucu partisi ve dünyadan habersiz taşralıların taassubuyla şekillenen ve sonradan “sağ” olarak adlandırılacak siyaset olarak  ortaya çıkmıştır.

Atatürk CHP ile yeniliklerin ve ilerlemenin öncüsü olmayı hedeflemişken halkın kendi sesi ile inkılâplara katılacağını ümit etmiştir.

Oysa Anadolu taşrasının din anlayışı, karşısındaki en büyük engel olmuştur. Yıllar boyunca  yüksek öğrenim merkezleri sayılabilecek medreselerde  geleneksel Arap dinciliğini din diye öğrenen halkın, Atatürk’ün sunduğu cumhuriyetin “eşit vatandaşlar” bilincini bir tür  “küfür” addetmesi belki de olağan sayılmalıdır.

Sorun şudur: Daha sonra “halk için” siyaset yaptığını iddia eden ve Atatürk’e muhalefetin içinde yuvalandığı, en sonra “sağ” olarak kendini belli eden siyasi hareketler, halkın cehaletini gidermek yerine, onun cehalet dilini benimsemişlerdir.

Halkın cehaletini benimseyerek bu cehaletin dilini benimseyen siyasi hareketler halkı daha akılcı bir din yorumuna götürmek yerine bu cehaletin siyasi organları haline gelmişlerdir.
Bunların en belirgin örnekleri DP ve sonraki sağ partilerdir.

Bunlar içinde bu yazıda bizi ilgilendiren MHPdir. Çünkü diğer “sağ” oluşumların hiçbiri doğrudan doğruya “milliyetçilik” iddiasını taşımamıştır.

Türkiye’de sağ asla ideolojik anlamda “liberal” olmamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de sağ, ideolojik anlamda boş ve sahte bir taraftır. Türkiye’de “sağ” denen kitle, ideolojik anlamda açıkça kollektivist ve korporatisttir.

Buna karşılık  sağ,  kollektivizmini İslâmî dayanışma ile haklılaştırırken korporatizmi de genel anlamda, taşra siyasetinden kaynaklanan menfaat dağıtımı geleneğine dayandırmıştır.

Kollektivizm bütün faydaların yalnızca topluma ait olduğunu savunmak demektir. Korporatizm ise siyasi erk yoluyla erki ve menfaatleri toplumsal cemaatlere pay etmek anlamına gelir. Kollektivizm genel bir çerçeve olarak fayda alanından bireyi dışlarken korporatizm de  fiilî siyaset ile toplumun  fayda grupları veya cemaatler olarak ayrıştırılması ve böylece birey dışı  tanımlanabilir kollektivitelere bölünmesini gerektirir.

Bu açıdan sağ siyaset toplumda kendi cemaatlerini yaratmaya çalışan partiler olarak ortaya çıkmıştır.

Sağın bir diğer müştereği dinin toplumsal hayattaki yerine bakışıdır.

Milliyetçi ve ümmetçi olarak ikiye ayrılan her  iki sağ kanat da  dinin, siyasetin bir aracı ve toplumsal düzenin bir düzenleyicisi olması yönünden hemfikirdir.

Türkiye’de bu yüzden siyasi partiler birbirlerinden ideolojik anlamda değil dine bakışları yönünden ayrılmışlardır. Yoksa sağ ve sol partilerin tamamı ferdin  temel haklarının toplumsal düzen için birer tehdit olduğu noktasında  zımnen birleşirler.  Sol mülkiyeti zaten başlıbaşına bir “ilk günah” olarak görüp tel’in ederken sağ da “Mülk Allah’ındır!” diye sloganlaştırılan dinci yağma düzenini sözde “toplumculuk” endişesiyle savunur.

Bu açıdan sağı ve solu asıl ayıran  dinin  siyasetteki ve toplumsal düzendeki yerine bakıştır.

“Sol” diye nitelenen enternasyonalist/kollektivist kitle, ideolojisinden  gelmeyen ama Atatürk’ten tevarüs ettiği “dinin bireyin alanında kaldığı”  argümanını lâiklik ilkesiyle savunmaktadır.  Sol burada  aslında ciddi bir ideolojik çelişki içindedir. Çünkü sola göre  din afyondur ve toplumsal hayatta bir yerinin olması ancak gerici güçlerin iktidarını güçlendirmeye yarar. Oysa Türk  solu toplumsal kökenlerinden tümüyle  kopamamak, halka tümüyle yabancılaşmamak adına  dine toplumsal alanda yer verilmesini ama devletin buna göre teşkilâtlandırılmaması gerektiği  fikrini savunmuştur.

Sol, sosyoekonomik görüşleri açısından tam bir felâket ve kıyım ideolojisini savunduğunu fark edemese de lâikliğin hukuk tesis edici  etkisini sağdan daha iyi anlamıştır.
 
Lâiklik inanç farklılıklarından etkilenmeksizin,  keşfedici bir akılcılıkla yasama , yürütme ve yargı faaliyetlerinin yürütülebilmesine imkân sağlamıştır. Dolayısıyla toplum içinde hangi inanç grubunun ne kadar büyük olduğuyla vs ilgilenmeksizin, her bir fert için ve her zaman geçerli, akla dayalı bir düzenin gereği olarak kabul edilmiştir.

Sağ ise ne yazık ki lâikliği gerektiği gibi anlayamamıştır. Lâikliğin, “kanun önünde eşitlik” idealinin  zaruri şartı olduğu fikri taşra dindarlığının peşine takılarak hurafeler  diliyle siyaset yapmayı  halkçılık sanan  dinci ve milliyetçi siyasetçilerin dikkatinden kaçmıştır. Lâiklik, tabanı ve yöneticileri büyük ölçüde taşralı/köylü olan sağ partilerce  ne işe yaradığı belli olmayan, halktan kopuk bir tür lüks dinsizlik olarak kabul edilmiştir. Hali hazırda MHP’de lâiklik algısı böyledir.

MHP halkın değerlerine yaklaşarak “pratik” siyaset yapmaya çalışırken halkın içinde yerleşmiş tarikatlerle temasa geçtiği anda siyaseten yönünü dinci/şeriatçı denizlere çevirmiştir. Belki  yöneticilerin niyeti bu olmamasına rağmen  MHP tabanı ve o tabana göre şekillenen siyaset zaman içinde “milliyetçi” rengini yitirmiştir. Çünkü halkın içinde yerleşmiş dinci  cemaat ve tarikatler din yoluyla nüfuz elde etmenin merkezleri olarak  çalışmışlar ve Atatürk’ün Türkçülere dayanarak tesis etmeye çalıştığı milletleşme/uluslaşma  idealine her zaman uzak ve düşmanca bakmışlardır.

MHP, Atatürk’ün millet telâkkisini oluşturan Türkçü tasavvuru devam ettirmek yerine, halkın diliyle konuşmak uğruna, Arap kırması bir şeriat Türkçesini  siyasal söylem haline getirmiştir.

Oysa  modern Türk uluslaşması, dinci dünya telâkkisinin,  bir hukuk devleti için tehdit olduğu, etnik ırkçılığı tetiklediği, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı tecrübelerinden anlaşıldıktan sonra tanımlanmıştır. Dolayısıyla “Türk”  ismi bir grup kurucu zorbanın bize rastgele dayattığı keyfî bir etnik isim  değildir.

(Devam edecek...)



1 yorum:

selcen dedi ki...

Bakalım devamını okuyalım da öyle yorum yazalım.