Türk milliyetçiliğinin siyasî kolunda
meşhur bir slogan vardır: “Türklük cesedimiz İslâmiyet ruhumuzdur!” diye
Bu zayıf bir dikotomi fakat güçlü bir kışkırtmadır.
Şöyle ki aklı başında hiç kimse bedenin ve ruhun ayrı ve uzlaşmaz iki parça
olması gerektiğini düşünmez. Dolayısıyla İslâm ve Türklük gibi iki ayrı
kavramında böyle bir tezatla özdeşleştirilemeyeceğini bilir.
Çünkü bu slogan, tek başına Türklüğün
bir anlamının olmadığı, onun içi boş bir hayvanî kalıp olduğunu, ancak İslâmla “ruh
sahibi” olup insan haline geldiğini söylemektir. Bu da hali hazırda İslâm
dışında kalan bütün soydaşlarımızı deyim yerindeyse insan saymamak demektir.
Aslında slogan, kendi içinde ve gitgide şiddetlenen dincilik bağlamında
tutarlıdır. Çünkü siyasal İslâmcılar için herhalde “Allah indinden din ancak
İslâmdır!” ayeti gereğince “insan” sayılabilecek tek canlı grubu
Müslümanlardır. Kaldı ki bu grup da kendi içinde yaşamayı hak eden ve
etmeyenler olarak ufalanıp gitmektedir
dincilere göre. Bunu nereden çıkarıyoruz? İslâm ülkelerinde gitgide
hızlanan mezhep çatışmalarından. Adı “Ali” olduğu için bir gencin kafasını
kesmekten çekinmeyen kasaplar da ağızlarından İslâm kardeşliğini düşürmeyen
tipler.
O halde önümüzde iki seçenek
vardır:
Ya İslâm kelime anlamıyla hiç de barışla ilgili bir din değildir. Ve bu açıdan insanlara va’z ettiği şeyler yalnızca savaş ve şiddetten ibarettir?
Veya Müslümanlar,
henüz insanlığın idrakine ulaşamamış ve İslâm’a mensup olduğunu sanan
bir ilkeller sürüsüdür.
Bana ikinci daha doğru görünüyor, gerçeğe daha yakın…
Peki ama 1400 yıl evvel inen din belli, kitabı da
elimizde. O halde sorun bu dinde değilse nedir?
Sorun sanırım şu:
Araplar asla İslâm’ın onlara getirdiği “ Hak/hukuk önünde eşitlik “
idealini benimseyemediler. İslâm, onların
toplumsal yapısında hiçbir değişiklik yaratamadı. Çünkü Araplar, dinin ahlâk
getirici mesajlarının, asıl onların toplumsal düzenlerinin çarpıklığına karşı geldiğini
anlamak istemediler.
Dolayısıyla Peygamber devrinde
dahi olan, cahiliye Araplarının, dini,
kendi çarpık otoriter toplumsal yapılarına uydurmaya çalışmalarıydı. Bu anlayış Emevi militan devlet anlayışının temelini teşkil etti. Günümüzde
de Arapların, kendi dillerinde yazılmış bir kutsal kitabı okuma şansına sahip
olup da onu anlayamamaları, aslında Arap cahiliyetinin bitmediğinin en kuvvetli
delilidir. Bu devir, açıkça bir “Arap Müslüman cahiliyesidir”.
Arap toplumunun kendine inen bir dinle yaşadığı tecrübe bize
göstermektedir ki dinin ilkeleri ancak onları yaşamaya hazır ve istekli
toplumlar için bir anlam ifade edip bir
fark yaratabilir.
Bunun bizi açımızdan önemi nedir?
Ülkemizde bütün dinci faaliyetler
“standart bir Müslüman birey”
yaratılabileceği kabulüyle harekete ediyorlar. Onlara göre İslam’a mensup olmak , en geniş ve kavrayıcı toplumlaşma
vasıtası ve ölçüsü.
Siyasal İslâmcılar, İslâm’ı bir tür
ahlâk otomatı olarak görüyor. İslâm’a girildiği anda ferdin kendiliğinden
ahlâklı olacağı kanaatini telkin ediyorlar. İnsanlar Müslüman olunduğu için adına İslâm
denen bir makine tarafından derhal ahlâklı bir hale getirileceklerini
sanıyorlar. Bir takım milletvekillerinin türban taktıktan sonra “resetlendiklerini”
söylemeleri tam da bu anlama geliyor.
İslâm’a kendisinde mevcut olmayan böyle bir işlev yükleyenler insanlara uymaları
gereken “sevap paketleri” sunuyor. Bazıları Arapça bilen bu insanlara, diğer insanlar,
bilgilerinden dolayı güveniyor. Ve böylece,kapanmış olduğu halde günlük hayatına
açıkmış gibi devam eden, buna karşılık giyimiyle siyasal İslâmcılığın
simgesel egemenliğine ve biraz daha
dolaylı olarak onun çeşitli ülkelerde sergilediği vahşete farkında
olmadan –belki de olarak- destek veren kökensiz, yozlaşmış bir “Müslüman cahiliye cemaati” ortaya çıkıyor.
Kahir ekseriyeti Müslüman olmakla
övünen bir ülkeyiz. Ve maalesef Müslümanlığımız, Arap’ların bitmeyen,
Müslümanlıkla beraber ısrarla sürdürdükleri cahiliyelerinin Türkçe kopyasından
ibaret.
Medenî seviye, okuryazarlık,
yaratıcılık ne kadar değerliyse İslâm’ın mutluluk verici özü o kadar parlıyor. Ne yazık ki İslâm
ülkelerinin bizde dahil olmak üzere hemen hemen tamamı medeniyeti teknolojiden
ibaret sanan mağara adamları
toplulukları halinde yaşıyor.
Dolayısıyla peygamberi topu topu
bir deste belki daha az eşyayı arkasında bırakarak ölmüş bir dinin mensupları,
kul hakkını vs kesinlikle gözetmeden altın klozetlerde oturmakta, çocuklarına şirketler kurmakta beis
görmüyorlar. Oysa onlara inen din, servetin içindeki kul hakkına, hak edilmemiş
kazancın pisliğine işaret eden bir din değil miydi?
İnsanlar arasında ne dine ne soya sopa, ne servete itibar edilmesini
reddeden, Allah dışında hiç kimseye mutlak otorite tanımayan ve asıl bundan
dolayı beşeri hukukun ve hukuk devletinin felsefi temellerini atmış olan bir
din, bu gün tam da va’z ettiklerinin aksini yaşayan, ilkel Müslümanlarca alabildiğine yozlaştırılıyor.
Din, Müslüman’ın vicdanına emanet
edilmedikçe, onun birilerinin nakilci ve
çıkarcı yorumlarına göre yozlaşması mukadderdir. Dinin,
din profesyonellerinin elinde yozlaşmış haliyle de kimseye herhangi bir
mutluluk getirmediği herhalde artık açıktır. İşte bizi geçmişte diğer Müslüman toplumlardan daha medeni kılan
şeyin, lâiklik olması bu yüzdendi. Onun sayesinde dinin kurumsal bir baskı
aracı olması engelleniyor-du. Eğer aklımızın yerine Arapça bilenlerin ihtiraslarını
ikame etmeye daha fazla devam edersek İslâm ancak bir vahşet ve korku makinesi
haline gelerek hepimizi içinde öğütecek.
5 yorum:
Elinize sağlık, uzun zamanıdır kafamı kurcalayan önemli konulardan biriydi. Çok güzel ifade etmişiniz.
Elinize sağlık. Uzun zamandır kafamı kurcalayan önemli konulardan biriydi. Çok güzel açıklamışınız.Teşekkür ederim.
Ne zamandır yoktunuz. Hoş gelmişsiniz. Azıcık aydınlatabildiyse ne mutlu. Her zaman bekleriz.
Güzel yazı.....
Çok teşekkür ederim. Eksik olmayın...
Yorum Gönder