25 Kasım 2010 Perşembe

Varlığımız Türk Varlığıdır!


Teneffüslerde deli gibi koşup da nöbetçileri atlatarak gittiğimiz mahalle bakkalımızın uzun zaman önce vefat ettiğini öğrendim, üzüldüm. Sacdan yapıla bir kulübede çocukluğumuzun renklerini satardı. Bize yüksek gelen bahçe duvarlarımız aslında o kadar yüksek değilmiş… Ve her sabah okul bahçesinden mahalleyi çınlatan çocuk seslerimiz ne güzelmiş…

TBMM’de “milletvekili” olarak görev yapan bir etnik ırkçı sözde siyasetçi, millîliği iyice tartışılır hale gelen eğitim bakanlığımızın şurasında alındığı söylenen bir karar istinaden diyor ki: “''Benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun. Ben Türk değilim ki'

“Alındığı söylenen” ifadesini özellikle kullandım, çünkü şuraya katılan bir öğretmen arkadaşım sonradan bana bunun teklif edildiğini, teklif getiren öğretim üyesinin protesto edildiğini ve bu teklifin kabul görmediğini yazdı.

Öncelikle şunu bir kere daha ifade etmeliyiz: Türkiye Cumhuriyeti, kurucuları ve vatandaşları Türk olan, Türk sayılan millî bir devlettir. Türkiye cumhuriyetinin millî devlet olmak statüsü ona bağışlanmamıştır, bu statü, bedeli ödenerek kazanılmış, hakkındaki tartışmalar da İstiklâl Harbi ile bitirilmiş bir statüdür! Yani bu ülke gerek sosyolojik kökeniyle, gerekse bu kökenin tarihi ve siyasi mücadelesine ayrılmaz şekilde bağlanmış insanlarıyla Türk’ün vatanıdır! Bundan dolayıdır ki bu ülkenin vatandaşlığına da “Türk vatandaşlığı” denir!

İstiklâl Harbi Türk Bayrağı’nın, Türk adının tek ve inkâr edilemez egemenliğinin timsali olması için verilmiş bir mücadeledir. Dolayısıyla bu memlekette Türk adının bir etnik köken, bir kabile mensubiyeti olduğunu söylemek hem milletleşme gerçeğine aykırıdır hem de millî mücadeleyi alaya almaktır. Sosyolojik cehalet giderilebilir ama işin kaçılmaz şekilde ortaya çıkan millî mücadeleyi küçümseme tarafı affedilemez!

Türk liberallerinin kahir ekseriyetinin vatansız ve köksüz insanlar olduklarını henüz anlayamadığım dönemde, andımızın ciddi bir ideolojik baskı olduğunu ben de düşünmüştüm. Şöyle ki “Zaten millî mücadelesini vermiş, milletleşmesini tamamlamış, millî değerler konusunda şüphesi olmayan bir toplumun çocuklarına her gün yemin ettirmeye ne gerek var?” diye düşünüyordum.

Gel zaman git zaman gördüm ki işin rengi bambaşka! Türk adının doğal millî egemenlik hakkı altında, onu tanıyarak ve benimseyerek hukuk devleti, serbest piyasa, bireysel özgürlükler, temel haklar gibi konularını savunacaklarını sandığım insanların, bu insanî değerleri, Türk adına düşmanlığa alet ettiklerini gördüm.Onlar bu şekilde, bu genel geçer değerlerin Türk Milleti’nin bütün düşmanları için birer meşrulaştırma gerekçesi haline getirilmesine alet oldular.

Peki ama bahsedilen “millet”, “vatan”, “bayrak”, “millî egemenlik” gibi “değerler” bizim milletimizin birer “saplantısından” mı ibaretti? Yani aslında dünyada “millet” kavramı ortadan kalkmış, her yerde bir Esperanto konuşuluyor, siyasî sınırlar ortadan kaldırılmış ve tarih bilinci insanlık namına hafızalardan mı silinmişti de sadece biz mi hâlâ bir “millet olmaktan” bahsediyorduk?

Bir siyasi dinci parti milletin muhafazakârlık hislerini gıdıklayarak iktidar olmuştu ve bunun aynı zamanda Türkiye’de siyasi ümmetçiliğin, vatansızlığın, milliyetsizliğin, soysuzluğun, etnikçiliğim yansıması olduğunu iddia etmeye başlamıştı. Ne diyordu iktidar partisi? “Türkiye’de sadece Türk yok!” Yani? Türk bir sürü kabile, aşiret vs arasında bir küçük ırksal gruptu ve zamanında, diğerlerini baskılayarak egemenliği ele geçirmişti? “ Bu vatanı beraber savunduk!” sözde hamasetinin içindeki etnik ırkçılık da buradan yararlanıyordu.

Daha girişte söylediğimiz gibi Türk adının tek ve tartışılmaz egemenliği, Türk milletleşmesinin bütünlüğü adına verilmiş bir savaşta katkıda bulunmak Türk millî varlığının bir parçası olmak demekti, ondan ayrı ve “eşit” bir siyasi ortak olmak anlamına gelmiyordu. Çünkü burada belirleyici olan mücadeleyi veren Türk Milleti idi ve Türk Milleti sayıları her gün arttırılmaya çalışılan toplulukları kendisinden bildiği içindir ki onlar bu topraklarda yaşamak hakkına sahip oldular. Yani Türk varlığına düşmanlık göstermeyen ve onun egemenlik ve hukuk sağlayıcılığı altında olmaya rıza gösteren herkesi Türk bildik ve bunu “eşit vatandaşlığın” tek yeter ve gerek şartı saydık! Bunun dışında bir “eşit vatandaşlık” kavramı istiklâl Harbi’nden sonra artık tartışılamaz!

Bunun yanlış olduğunu iddia eden ve vatansızlığı liberalizm sayan yeni moda okumuşlara aksine bir tek örnek göstermelerini söylesek şüphesiz derhal millî egemenliğe dayanan federatif ğlkeleri örnek göstereceklerdir. Bilmedikler veya bilmezden geldikleri nokta, dünyada liberal demokrasiye örnek olan ve hukuk devleti idealine nispeten en yakın federasyonlarda dahi, resmî dilin tekliği, milletin tekliği ve egemenliği, millî egemen unsurun tarihine bağlılık daha okul öncesi eğitimle birlikte nesillerin zihnine nakşedilir.

Hiçbir liberal demokrasi,, devleti meydana getiren millî toplumsal yapıda çatlaklara, bozulmaya, milli egemenliği zedelemeye yol açacak bir hak ve özgürlükler kavramını kabul etmez, etmemektedir. Ülkelerindeki dört milyon civarındaki Türk kökenli yurttaşlarının büyük ölçüde entegrasyonuna rağmen Almanlar kendi millî belirleyiciliklerini asla Türk’lerle paylaşmamaktadır. Türk kökenli bir Alman vatandaşı hakkını herkes gibi Alman mahkemelerinde arayabilir ama asla resmî dilin neden Almanca olduğunu sorgulayamaz.

Bu örneği vermemizdeki maksat şudur: Türk kökenli Alman vatandaşları, milletleşmiş bir toplumdan gelmelerine rağmen Alman uluslaşmasının içinde yer almaktadırlar. Alman mahkemelerinin yargılama yetkisine sığınan, Alman polisinden koruma bekleyen, temel haklarının korunmasında Alman hukuk sağlayıcılığını hakem kabul eden herkes sosyolojik kökenli Almanlar içinde artık birer Alman’dır!

ABD bunu iki yüz küsur yıl önce başarmış bir ülkedir. Dili İngilizce, kültürü Anglosakson, dini Hıristiyan ( Başkanlar papazın önünde İncil’e el basarak yemin ederler) olan ve bu değerler hakkında hiçbir şek ve şüphesi olmayan, bunlara itiraz etmemek üzere misaka varmış insanlar, ırkları ne olursa olsun “Amerikalı”dır, “Amerikan ulusunun” bir parçasıdır!

Türk’ler bunu binlerce yıl önce başarmış bir millettir. ( Millet ve ulus kelimelerini özellikle bir arada kullanıyorum, çünkü bu kelimelerin ideolojik kamplarca istismar edilerek anlamlarının değiştirilmesine sonuna kadar karşıyım!)

Türkiye Cumhuriyeti devleti de milletleşmiş bir toplumun kurduğu sayısız devletten biridir. Ve aynen Alman ve Amerikan milletlerinin egemenlik hakları üzerindeki mutabakata dayanır…

Bundan dolayıdır ki mensubiyeti, tarihi kökene, hukukî ve siyasi birliğe dayanan bir milletin mensubiyetini, ırksal kökene dayanarak reddetmek ırkçılık ve ayrımcılıktır. Ayrımcılık sadece çoğunluğun azlıklara karşı işlediği bir suç değildir. Bu aynı zamanda azlıkların entegrasyonuna ve çoğunlukla bütünleşmesine karşı azlıklar içinde yürütülen fesat eyleminin de adıdır!

Dolayısıyla herhangi bir Alman için Türk adı taşıyan meselâ herhangi bir Yeşiller Partisi milletvekili nasıl Alman sayılıyorsa, TBMM içindeki Kürt kökenli milletvekilleri de bizim için Türk’tür! Bundan dolayı adı “milletvekilidir” Yani burada milletleşmeyi sağlamış büyük Türk varlığının siyasî temsilcilerinden biri!

Eğer bu soyut kabullenme ilkel bir etnik ırkçı hırçınlıkla reddediliyorsa bu Türk vatandaşlığının reddi anlamına gelir ki bu durumda reddeden kinin bu ülkede Türk Milletince sağlanan refah, adalet ve emniyetten yararlanmaya da hakkı kalmaz!

Bu haklar ecdadın canı pahasına gösterdiği fedakârlıkla elde edildiği içindir ki “Varlığımızın Türk varlığına armağan olduğunu” söyleriz. Bu gün mecliste aşiretlerinin yolarıyla oturan bir tkaım milletvekilleri için sağlanan konfor, onları kendisinden kabul eden bir büyük milletin kanı ve canı pahasına sağlanmıştır. Dolayısıyla bu milletten olmadığını iddia eden hiç kimsenin o koltuklarda oturmaya hakkı yoktur! Alman ulusunun bir parçası olmayı kabul etmeyen hiç kimsenin Alman parlamentosuna girememesi gibi…

“Varlığım neden Türk varlığına armağan olsun ki?” diyen biri aynı zamanda “Eğer burası Türk vatanıysa benim vatanım değildir ve buranın işgal edilmesi halinde varlığımı burası için feda etmem!” demektir ki bu mülga kanunla müeyyidesi kaldırılmakla beraber düpedüz ihanettir!

O halde bu sözde milletvekiline yapılacak şey önce kapıyı göstermek ve sonra da varlığını, nereye ait görüyorsa oraya götürmesini söylemektir.

Mahallemizi inleten o güzel çocuk sesleriyle haykırılan bir andın susmaması için hainlerin men edilmesi, susturulması, millî egemenliğin “ifade hürriyeti” istismarıyla yıkılmasını engellemek için tek çaredir.

Ne mutlu Türk’üm diyene!

Hiç yorum yok: