6 Kasım 2010 Cumartesi

Moden Dindarlık Ve Etnik Irkçılığın Ortak Düşmanı :" Vatan, Millet, Sakarya" I


Dün gece gene ilham perilerinin bütün şımarıklıkları ile kafama üşüştükleri ve fakat buna mukabil benim uykusuzluktan bitap düşmüş olduğum saatlerde okuduğum bir haber, ilhamı veresiye yazdırıp mayalandırmama sebep oldu.


Gerçi gene de kısa ve nispeten nükteli bir şeyler karaladı fakir ama…
2007’den evvel liberal çevrelerde dillendirilirdi ama o vakitler insanların vatansız, soysuz, hatta hain olabileceklerini düşünmeyi ayıp sayardım…
Millî eğitimin devlet tekelinde olmaması gerektiğine dair kuvvetli faydacı tahliller yapılır ve bunlar çok da hoşuma giderdi.


Öyle ya canım, neden farklı ilgi alanlarına göre özel okullar açılamıyor, hatta farklı siyasi görüşlere mensup insanların taleplerine göre okullaşma mümkün olamıyordu? Aslında mümkündü, bakın cemaatler bu işlere yıllar evvel başlamıştı bile.
Bunları düşünürken, daha evvel de dediğim gibi insanın aklına, vatansızlık, soysuzluk, ihanet gibi ihtimaller hiç gelmiyordu.


Memleketin muhafazakâr insanları vardı ve bunlar de diğerleri gibi vatanı, bayrağı, Türk Milleti’ni, Atatürk’ü sever ama sadece biraz daha dindar olurlardı…
Elbette pek çoğunuza çok çocukça ve hatta – tabirimi mazur görünüz lütfen- salakça gelebilir.
Ama hüsn-ü zannın kural, şüphenin istisna olduğu bir terbiye almıştık! Veya en azından ben öyle sanıyordum…



İlkokulda herhalde en fazla iki defa andımızı okuttum.
Ama lisede, pazar günleri bayrak merasiminde İstiklâl Marşı’nı okutmam, yıllığa bile geçmiştir yani!
Övünmek gibi olsun da...


O zamanlar dindar bir takım amcalar, dindar bir partide siyaset yapar ama hiç biri Atatürk’e, bayrağa, millete düşmanlık beslemezdi… Belki bizim haberimiz olmuyordu ama haberimiz olduğunda böyle bir davranışa gösterilen tepkilerin kararlılığı hep içimizi rahatlatıyordu.
Gün geçti, köylerimiz boşaldı, şehirlerimiz doldu.



Ama şehirlerimizin “dolduğunu” değil daha ziyade işgal edildiğini sezmeye başladık.
Bu “Köyden indim şehre” aşağılaması değil, asla!


Bu, çalışma hayatına başladığında İstanbul’un bir kenar mahallesinde oturup da mahallenin girişindeki kavşakta polisle örgüt erketesinin karşılıklı bakıştığını gören birinin âcizane gözlemi.
Ve bu “işgal” duygusu aslında şehirli ahaliden önce kenar mahallelerde belirdi.
’80 öncesinin kurtarılmış bölge psikolojisi, artık ideolojiden yoksun ama yabancılaşmayla ve yabancı korkusuyla daha keskin hale gelerek şehri sıkıştırıyordu.


Evet “kurtarılmış bölge” terimini de ortaya atanlar millet lafzından hoşlanmayan Türk olmayı ırkçılık sayan , enternasyonalist teröristlerdi ama bu sefer bu terimden haberi olmaksızın, şehirde kendilerine ait egemenlik alanları yaratan sözsüz ve daha ziyade bir homurtuya yakın bir gecekondu ideolojisi yeşeriyordu.


Bu ideoloji iki başlı bir filiz verdi.
Filizlerden biri, etnik ırkçılıkla kendilerini ifade edebileceklerini sanan aşiret tapınıcılarının “Molotof” kültürü…


Diğeri, şehrin açıklığına karşı, alabildiğine içe dönüklüğü, yarım yamalak dinî yorumlarla aklîleştirmeye çalışan ve ancak cahilce bir nakille kendisini ifade edebilen, Arap örfü taklitçisi hırçın bir dindarlık kültürü…


Bu iki içe kapalı kültür için kendilerinden başka herkes “ötekiydi”. Bugün Türkiye’de kendisinden şikâyet edilen “ötekileştirmenin” başladığı yer şehir merkezleri değil, kenar mahallelerdir. Bu da işin tabiatı icabıdır.


Yetmiş iki milletten adamın kaynadığı İstiklâl Caddesi için “öteki” yoktur! Ha evet! Dükkânlara bayrak ( Türk bayrağı elbette) asılır ama hiç kimse tuhaf karşılanmaz. Buna mukabil, Aksaray’dan az ötede Bahçelievler denen bahçesiz gecekondu yığınlarına gidince işler değişir. Güya ikisi de İstanbul’dur, bu bahsettiklerimizin…

İstiklâl caddesi yetmiş iki milleti misafir eder ama “İstiklâl” adıyla! Yani Türk kimliğiyle!..
Bundan dolayıdır ki biz çocukken , gençken bu memlekette herkesin birbirini sevdiğini, Türk olmanın dünyanın en gurur verici şeyi olduğunu, çünkü atalarımızın bir olduğunu, tarihimizin iyiliklerle dolu olduğunu ve bu bağın hiç kopmayacağını düşünürdük.
Gel zaman git zaman bu bahsettiğimiz kitleler iyice büyüdü.

Fakata büyürken şehrin dokusuna kaynaşamadı. Şehirden o kadar kopmuş, kendi içine o kadar kapanmıştı ki artık vatanı, bayrağı, Atatürk’ü seven insanları garipser olmuştu.
Şunu da belirtmekte fayda var. Bu kanaatimin havada kalmaması için son referandum haritasını gözümün önüne getiriyorum.


Sözde MHP’nin kalesi sayılan şehirlerin nasıl ele geçirildikleri gibi korku dolu yorumları yapmadan evvel Türkiye’de şehirleşmenin, yukarıda belirttiğimiz yapılanmasına bakmakta sayısız fayda var.


Bu şehirler, özleri itibariyle birer büyük taşra kasabasıdır. Yani ekonomik açıdan büyük ölçüde tarıma bağlı, bundan dolayı iş bölümünün yeterine gelişemediği, dışarıdan göç almayan, aksine sürekli göçlerle zayıflayan şehirlerdi.



Mesele şudur… Bu şehirler, zamanla, bölgesel göç merkezleri haline gelmeye başladı. Van, Diyarbakır, Erzurum, Mersin, bunlara örnek sayılabilir. Büyük şehirlerin nispeten kozmopolit ortamı, gecekondulaşmanın kültürel baskını bir ölçüde dağıtabiliyor, soğurabiliyordu, çünkü büyükşehirlerdeki yaygın ve ayrıntılı iş bölümü, çok büyük bir iş potansiyeli meydana getiriyordu.


Oysa Anadolu şehirlerinde aile geleneği içinde, köy yaşantısının ir devamı gibi sürdürülen işler, büyük şehirlerdeki gibi çeşitli, değildi ve sürdürülen kapalı toplum zihni mirası ile de uzun zaman çeşitliliğe direndi. Hâlâ bir çok Anadolu şehrinde “marka” ürünlerin mağazasını bulmak zordur. Veya yetkili servisler ancak bölgelerin en büyük şehirlerinde vardır ve hatta bazı ürünlerin tamiri hâlâ ancak İstanbul’da yapılabilmektedir.


Çünkü şehir bütün konfor görüntüsüne rağmen her şeyin bir “dolaylılık” içeriği yerdi. Artık elma, dalından koparılıp yarısı yenmeden tükürülen bir şey değildi. Elma, bir kilosunu alabilmek için belli bir zaman çalışmanız gereken değerli bir şeydi. “Devlet bize yardım etsin!” hırçınlığının sebebi buydu. Çünkü her şeyin birbirine karmaşık bağlarla bağlandığı, bu bağın dayandığı kuralların var olduğu bir yaşantı, kuşu, kurdu, malı, davarı, hayatına bir düşman ve yük sayan, her gün görmediği insanları “öteki” belleyen ve ondan korkan insanlar için fevkalâde anlaşılmaz ve düşmancaydı…


Burada şunu da belirtmek gerekir.Aslında bu, taşranın etnik ırkçılıkla kirlendiği bölgelerin hikâyesidir.


Kenar mahallenin dindar yüzü de aynı şekilde göçlerle beslenmiştir ama orada , şehirlerin yerleşikleriyle aynı kökü paylaşanların kültürel fakirliklerinden duydukları kompleks ve bunun yarattığı hırçınlık vardır.


(Devam edecek)

Hiç yorum yok: