4 Kasım 2010 Perşembe

Tatlıses, Kenar Mahalle Dindarlığı ve Kapitalizm


Az önce marketten domates ve patlıcan alıyordum. Domates ve patlıcanı manavdan değil de marketten almamın sebebi “sınıf atlamak” endişesi değil, sadece marketin yolumun üstünde olmasıydı.


Birbirinden bıkkın yüzlerin arasından manav reyonuna süzülürken kulağıma tuhaf bir düzenleme çalındı… Arkasından ne geleceğini anlayamadığım bu tuhaf tekno-disko karışımı düzenlemenin bağlandığı şarkının İbrahim TATLISES’in “ Affet Sevgilim” diye bildiğim şarkısı olduğunu işitince maalesef midem bulanmadı.


Nasıl burnunuzdaki koku reseptörleri bir müddet sonra dolar ve artık ortamdaki rahatsız edici kokuları alamaz olursanız; o anda, dinlediğim garabetin iğrençliğini de algılayamadım.

Sonra aniden aklıma Tatlıses filmlerindeki “delikanlı” figürü geldi. Bu figür aslında günümüzde de pek çok dizide yaşıyor…

Kimdir Tatlıses’in delikanlısı?
Hiçbir mesleği olmayan biridir öncelikle… Aynen Alatlı’nın “Or’da Kimse Var mı?” dörtlemesindeki sosyal demokrat politikacı tiplemesinde belirttiği gibi “delikanlının” bir mesleği olmaz!


Bir mesleği olmadığındandır ki büyük ihtimalle amelelik eder.
El emeğini, inancından ötürü aşırı önemseyen milletimiz için yıllarını hesap konularına adayıp akıl almaz muhasebe problemleriyle boğuşan bir uzmanın emeğindense amelenin emeğini kutsamak çok daha mühimdir.

Bu durum iki ciddi sömürüye yol açmıştır. Bu sömürünün görünürdeki tezahürü, “Tatlıses kolaycılığı” diyebileceğimiz kenar mahalle tembelliğini yerleştirmesi, ikincisi de iş bölümünün toplumun gelişmesindeki önemini kapitalizm eleştirisi altında karalayan sosyalist bağnazlığa mesnet teşkil etmesidir.


Bu yazı ikincisinden ziyade birinciyle ilgilenecek, çünkü hayatlarını saçma sapan fikirleri yazarak sürdüren sosyalist yazarların, sayesinde yemek yedikleri, servet edindikleri piyasaya sövmelerini defalarca gösterdik.

Tatlıses kolaycılığı nedir?

Tatlıses kolaycılığının iktisadî bakışla kısa açıklaması “doğrudan kaynak satışıdır”.


Kısaca şöyle izah edebiliriz. Petrolü işlemeden sattığınızda fiyatı oldukça düşüktür. Petrolü değerli kılan, bir biriminden elde edilen ürünlerle yaratılan katma değerdir. Bu oldukça emek isteyen, ayrıntılı işlemleri ihtiva eder. Neredeyse plastikten meydana gelmiş bir dünyada yaşamamızı sağlayan şey Suudi zenginliği değil, petrokimya endüstrisini besleyen yaratıcı zekâlardır.


Tatlıses’in filmlerdeki bildiğimiz hikâye, sesinin güzelliği ve müzik kulağı dışında hiçbir yeteneği olmayan bir işçinin üne ve paraya kavuşmasıdır.


Tatlıses bir gazinocunun dikkatini çeker, önce ezilir, büzülür, sonra yavaş yavaş başını dikleştirir ve “paranın yarattığı” seçkinliği derhal benimser. Tatlıses filmlerinin özelliği, para sahiplerinin karaktersiz olmaları ve nereden gelirse gelsin paraya yalnız paraya saygı duymalarıdır.

Tatlıses de parayı “bir şekilde” bulur ve sonra çevresine ahlâk dersi verir! Mutlu son!
Sesi Tatlıses’ten çok daha güzel, müzik kulağı onunla kıyaslanamayacak sayısız genç, konservatuar sınavlarında elenir oysa.. Onların hikâyeleri ise hiç kimseye ilginç gelmez. Çünkü sonunda çok paraya ulaşamayan hiçbir çaba bahsedilmeye değer görülmez bizim ülkemizde.
İşte Tatlıses kolaycılığın özü budur: Sarf edilen çabayla, yaratılan ürünle, paranın bir ilişkisinin kurulamaması!


Yıllarını müziğe veren insanların yarattıkları eserlerde ortaya koydukları felsefelerinin, “Affet Sevgilim’in” tekno- tümörlü haliyle yarışamamasının sebebi, yeteneği olduğu gibi satarak kısa yoldan paraya ulaşmanın, toplumumuzdaki amele muhabbetini sömürebilmesidir.
Böylece mevcut bir yeteneği şekillendirmek, içini doldurmak, ona felsefî bir yol çizmek gibi zahmetli işler çöpe atılır ve belli bir yanmışlıktaki ham seslerin, çiğnenmeden kusulmuş gibi ortaya döküverdikleri “Affet Sevgilim’ler” herkesi kendine çeker.

Peki ama bunun başlıktaki kenar mahalle dindarlığı ile ne ilgisi vardır?

Çok ilgisi vardır.
Köy, dünya ile kopuk ilişkisi içinde büyük oranda bir “içtihat” kapsı veya üretici işlevi görmüştür, toplumsal hayatımızda… Rahmetli babamın bahsettiği, “Maşala”, “Adam sürütme” gibi gelenekler, bu tip üretimlerdir.



Oysa kenar mahalle, bu üretim ortamının gölgesidir ancak. Kenar mahalle, köyün kapalılığı ile yarattığı geleneklerden kopuşun ama şehrin “kurallı” hayatına da intibak edememenin trajedisidir.


Dolayısıyla kenar mahalle, gelenek üreticiliğindeki kısırlığının farkındadır ve bu onu, kurallı, gelenekli bir başka toplumsal yapı karşısında, şehir yaşantısı karşısında çaresiz bırakmaktadır. Bu çaresizlik bir düşmanlık yaratır kenar mahallelide. Kendisini ahlâk taşıyıcısı, şehirliyi ile dejenere görmek kompleksi, Yılmaz GÜNEY’DEN Kadir İNANIR’a kadar bütün o vıcık vıcık “delikanlı” filmlerinin içine sinmiştir.


Komşusunun şekerini eksik tartar, karısını, kocasını aldatır, hırsızlık yapar, tecavüz eder, adam öldürür, millet mülkünü gasp edip gecekondusunu onun üstüne yapar ama mahallesinin namusunu korur!


Şüphesiz Türk filmlerindeki kenar mahalleliler dürüst cahillerdir ama bu tipleme, gerçeği değiştirmemiştir. Çünkü kenar mahalleli, yapmayı bildiği işten, tarımdan kopup yapmayı bilmediği işlerin “cehennemine” atlamıştır. Bu durumun yarattığı derin travma, kenar mahalleleri birer suç yatağı haline getirmiştir ki öneklerini her gün televizyonlarda seyrediyoruz.
Bunu belirtmemizin sebebi şudur: Kenar mahallenin kültür üreticisi olamaması, onun “kültür taklitçisi” olmasına yol açmıştır. Önce 80’li yıllardaki devasa gecekondulaşma ile Neslihan ACAR, Hülya AVŞAR gibi oyuncuların “başı açık” gecekondu güzellerini canlandırdığını gördük. Bu kızlar, nispeten mutaassıp köy ortamından, aniden şehrin açık hayatına atılıyor ve yollarını kaybediyorlardı.


Sonra “Huzur Sokağı” gibi edebî kolaycılıklar, kenar mahallenin gelenek açlığına kendince bir çare oluyor ama ona geçmişinin kültürünü değil, şehrin bir kısım yarı okumuşun Arap taklitçisi ucube dindarlığını empoze ediyordu. Bugün gelinen noktada hükümetin başının, dış işleri mensuplarını “monşer” diye küçümsemesinin, “Şarap içeceğinize üzüm yiyin!” gibi espriler yapmasının altında kenar mahallenin gelenek yoksunluğunun o acı tecrübesi ve kompleksi yatmaktadır. Bu kompleksin belediye başkanlığına taşınması da zaten büyük şehirlerin, büyük gecekondu mahalleleri haline gelmesinin hemen sonrasıdır.


İşte Tatlıses kolaycılığının neşet ettiği ortam, dinî tefekkürden uzak, taklitçi ve yırtıcı “modern” dindar siyasete de kaynaklık etmiştir.


Dolayısıyla “muhafazakâr” diye nitelenen modern kenar mahalle dindarlığının aslında muhafaza ettiği hiçbir şey yoktur. O kültürel kısırlığından duyduğu kompleksle ilişkileri Arapçı bir dindarlıkla dondurmak dışında hiçbir şeyi korumayı bilmez. Bu grubun gerçekleştirdiği iddia edilen değişim de kendisinin akıl erdiremediği büyük ve karmaşık bir toplumsal ilişkiler ağını kendi basitliğine, siyaset ve devlet zoru ile indirgemektir.



Peki ama kapitalizmin bütün bunlarla ne ilgisi vardır? Hayır sanıldığı gibi kapitalizmi kötülemeyeceğim. Çünkü eğer sözde güzel arabesk okumak dışında bir yeteneği olmayan, yıllar geçse de hiçbir işte ilerleyemeyecek, hiçbir işte dikiş tutturamayacak sayısız “yetenek”, zengin olmuşsa bu her tercihe şans tanıyan piyasa sayesinde olmuştur.
Müzik piyasası bu tip içi boş, ham ses satıcılarıyla doludur.


Alışılmış kolaycılık, buna kapitalizmin sebep olduğunu söylemektir. Alışılmadık sorgulayıcılık ise “Hangi kapitalizm?” sorusunu sormaktır.
Türkiye’de müzik piyasası da gecekondulaşmadan payını almıştır.
Türkiye’de gelenek, kendi “sektörünü” oluşturamamıştır.

Bütün sermayesi kayır cihazlarından ibaret olan buna karşılık karşılık hiçbir müzikal yetenek, zevk taşımayan sayısız “yapımcı” geleneğin yaratamadığı sektörel boşluğu doldurmuş ve piyasayı arabeske boğmuştur.


Türkiye’de müziğin dinleyici açısından da bir geleneğinin oluşamaması bu işin piyasasının da çarpıklaşmasına yol açmıştır.


İşte Tatlıses kolaycılığı, geleneğin incelikli inşasından habersiz büyük kenar mahalle toplumunu, kendi içinden gelen müteşebbislerin ürünleriyle doyurmuştur.
“Halk istemese bu kasetler yapılır mı?” derin(!) tahlilinin özü işte budur.



“Halk” artık, yazın döven dövüp, serin akşamlar bozlak okuyan Muharrem ERTAŞ değildi.
“Halk” artık “Ben kendimi gülün dibinde buldum!” diye gönlümüzü titreten, elleri çapa çatlağı Hisarlı Ahmet değildi.
“Halk” artık gözlerini kaybedip de ışığını kaybetmeyen Aşık Veysel değildi.
“Halk” artık yıllarını, kültürü yaratmakla harcamış, gönüllerini inceltmiş bu insanlardan oluşmuyordu
.



“Halk” artık mini etekli kızları tecavüz edilecek ahlâksızlar olarak gören, ağzı salyalı, işsiz güçsüz ama sesi güzel, kenar mahalle “delikanlılarından” oluşuyordu.


O “delikanlılar” iki adım ötedeki şehrin nimetlerinden istifade ederken bir gün ondan alacağı intikamın hayalini kuruyor ve bu kez “demokrasi” piyasasının nimetleriyle “Halk bunu istiyor!” makamına yerleşiyordu.


Allah’tan domatesler de patlıcanlar da fena değildi de uzun uzun seçmek mecburiyetinde kalmadım.






2 yorum:

nevin çelik dedi ki...

Çok ama çok beğendim.Çok güzel ve can alıcı noktaları yakalamış bir analiz.Eline fikrine sağlık Afşarcığım.

Afşar Çelik dedi ki...

Sağolasın anacığım , okuduğun için teşekkrüler.