22 Kasım 2010 Pazartesi

Milletsiz Devlet Olmaz!




Belki ellinci defadır olacak ama…
Siyaseti cehaletle yürütenlere ve bundan ar etmeyenlere ne kadar karşılık verilse az. Yaşar Yakış isimli bir politikacı ““Anayasa’da ırka dayalı tanımlamalar hem tehlikeli ve hem de zamanın dışında kalmıştır” diye devam eden Yakış, kimi yurttaşların Orta Asya ve Kafkasya kökenli kimi yurttaşların Anadolu medeniyetlerinden herhangi bir kökene ait olduğuna" işaret etmiş!

Neresinden tutup düzeltmek lâzım, bilemiyor insan. Bir de bunun üzerine Türkiye’nin en büyük gazetelerindeki yazarların dahi işlerinden edilebildiği düşünüldüğünde; sıradan vatandaşın kendi hayatı hakkındaki endişelerini eklerseniz… Bu tip cahile beyanlara cevap vermek çok daha zorlaşıyor.
Anayasada “Türklük” vatandaşlıkla, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük milletin bir parçası olmakla tanımlanmıştır. Yani Anayasa’da Türklük ırkla ilişkilendirilmemiştir ki doğrusu da budur!

Kaldı ki Türklük kabulü ırkı aşan bir kabuldür! Yani işin tabiatı icabı da Türk kelimesi artık bir ırkı anlatmaz! Bir büyük “milleti” anlatır!

Peki millet nedir? Milleti siyasi dincilerin sandığı gibi bir din mensubiyeti anlatmaz! Çünkü insanlar dinlerini değiştirebilirler! Dinler arasındaki sosyal duvarların daha kavi olduğu devirlerde Osmanlı belki dine dayalı bir millet tanımı getirmişti ama dinin buna cevap vermek kabiliyetinin olmadığı bir takım sosyal olaylarla ortaya çıktığında; meselâ Slav kökenli Hıristiyan’ların dahi millî endişelerle ayrıştığı zamanlarda, Araplar için dinin bağlayıcılığının olmadığı Arabistan ve Filistin ihanetleriyle gösterildiğinde milletin/milliyetin dine dayandırılamayacağı da anlaşılmıştı.
Dünyada aileler, aşiretler, kabileler, kavimler, milletler ve ümmetler var! Bunların hepsi birbirinden farklı şeyler!

Bunların hepsi farklı toplumsal gelişmişliklere sahip farklı kavrayıcılıkları olan kavramlar ve olgular!
Bu gün “devlet” diyerek üzerinde konuştuğumuz, hesaplar yaptığımız kurumun da dayandığı bir toplumsal yapı var!

Her devleti her toplumsal yapı ile kurmazsınız! Liberal demokrat ilkelere dayandığını düşündüğünüz modern bir hukuk devletini Hutu veya Tutsi kabile gerilimine, Kürt etnik ırkçılığına, Ermeni etnik hıncına, vs dayandıramazsınız!
Yani adına “Devlet” diyebileceğimiz hukuk uygulayıcısını yürütebileceğiniz ancak ve yalnız belli bir toplumsal yapı mevcuttur, o da “Millet!”

Aile nedir? Aile bir kadınla bir erkeğin gönüllü beraberliğinden doğan kan bağıdır. Neslin devamı için meydana getirilmiş bir beraberliktir ve bu beraberliğe saygı duyulmazsa nesil sürdürülemez! Dolaysıyla “kan bağının” en belirleyici olduğu beraberlik ailedir.
Aşiret nedir? Aşiret birbirleriyle kan bağı taşıyan ailelerin oluşturduğu daha büyük akrabalık ilişkisidir. Burada da belirleyici olan kan bağıdır ve aşirete göre “kan bağı taşımayan herkes” yabancıdır, aşiret korumasın dışındadır. Böylece korunması gerekmeyenler, kendilerinden korunulması gererken kişiler olarak kabul edilir.


Kabile nedir? Kabile kan bağının tek belirleyici unsur olmadığı, kuralların belirdiği en ilkel ilk yönetim beraberliğidir. Bu beraberlikte de “korunmayı” hak endeler ancak kabilenin mensubu olanlardır. Kabile dışındakiler kuvvetle muhtemeldir ki düşmandır.


Kavim nedir? Kavim birbirine benzeyen, büyük oranda aynı coğrafyayı paylaşan, kurallı yönetimin yaşayışında daha fazla hissedildiği, kan bağının doğrudan aile ve aşiret seviyesinde değil ama ırksal homojenlikle kendini belli ettiği toplumsal yapıdır, beraberliktir.
Millet nedir? Millet, tarihin bir döneminde aynı hukuk çatısı) devlet) altında bir araya gelmiş “kavimler cüz’üdür”…( Sadri Maksudi) Milletin teşekkülünde “kuralın” hâkimiyeti kendini belli eder. Kavimlerin birbirinden farklılıklarının ötesinde, kan bağını, akrabalık ilişkilerinin belirleyiciliğini, aşiret reisinin keyfî iradesini vs çoktan aşmış, beraberlikle ilgili rızayı temin eden bir kurallar manzumesinin ilk olarak bu toplumsal aşamada ortaya çıktığını görürüz.
Buraya kadarki toplumsal yapılarda kurallar “benzerler” için geçerliyken bu aşamada kurallar benzemeyenlerin birbirine yaklaşması ve yeni bir benzerlik kurmaları için aşkın bir pozisyondadır. İşte kurulan bu yeni benzerliğin adı “Milliyet”, benzerliği oluşturan toplulukların yeni beraberliği de “Millettir”!

Milletleşme aşamasına kadarki bütün aşamalarda yönetim biçimleri ilkel ve büyük oranda keyfî, insana saygı, büyük oranda yalnızca kan bağı ile sınırlı ve kayıtlıdır.
Ümmet nedir? Ümmet bir dinin bütün mensuplarının genel adıdır. Dine bağlı olmak dışında hiçbir bağlayıcılık ve belirleyicilik taşımaz! Günlük hayata dair genel kurallara uymak dışında hiçbir din, milletlerin örflerini aşan, onları ezen ve yok eden daha aşkın bir toplumsal benzerlik mekanizması yaratamamıştır.Bu yüzdendir ki Katolik İtalyanlar Katolik Fransız’lardan hoşlanmaz! Protestan Alman’lar Protestan İngiliz’lere daima soğuktur. Müslüman Arap’lar hâlâ Müslüman Türk’lerden ölesiye nefret eder.

Ümmetlerin oluşumunda dinin kural koyuculuğu söz konusu ise de dinin “sonradan kabul edilen” bir şey olması, onun, örfü aşmasını daima engeller. Bunun bir sebebi de dinlerin, orijinal dilleriyle çevirileri arasındaki aşılamaz engeldir. Bir din bir millete ait örfü toptan ortadan kaldıramaz. Arap toplumunda İslamiyet sonrası pek çok örf değişmeden kalmış ve hatta dinleşerek sürdürülmüştür.
Buraya kadar incelediğimiz toplumsal yapılardan “ırka” dayanmayanlar sadece milletler ve ümmetlerdir.

Buna mukabil üzerinde konuştuğumuz ve hukuk sağlayıcı olarak iş gören “devlet” aygıtını meydana getirebilecek tek bir toplumsal yapı vardır, “Millet”.
İnsanların üzerinde her zor kullanabilen aygıta devlet diyecek olursak dünya üzerindeki her diktatörlüğü, her kabile zorbalığını, her aşiret bağlılığını da devlet olarak saymak icap eder ki bu durumda dünya ancak “gücü gücü yetene” kuralının işlediği bir hayvanlar cehennemine döner.
Bu durumda devletin bir zor kullanım aygıtı olduğunu kabul etmekle beraber, her zor kullanıcıya “devlet” denemeyeceğini görmüş bulunuyoruz.

Peki ama neden insanlar kendilerine zor kullanılmasını isterler?
Ailede çocukların rüştlerini ispatlayıncaya kadar onların yerine karar verilmesi elzemdir.
Aşirette akraba aileler arasındaki anlaşmazlıklarda bütün ailelerin reisi sayılan büyüğe itaat, onun hükümlerinin uygulanması, bu hükümlerin gereğinde zorla uygulanması anlamına gelir.
Kabilelerde zayıflayan akrabalık ilişkilerinden dolayı birbirlerine az da olsa yabancı kişiler arasındaki anlaşmazlıkların geleneğe dayalı olarak yani kuralla çözülmesi durumu da haksızlığın engellenmesinde zorun kabul edilmesi anlamına gelir. Buna rağmen kabileler birbirlerini birebir görerek tanıyan insanlardan oluşur.

Kavimlerde ise artık yabancılık artmıştır. Bu durumda beklentilerin birbirine uydurulması daha ciddi bir kural uygulayıcı ihtiyacını doğurur ki bu da modern devletin ilkel hali anlamına gelir. Eğer kavimler arası savaşlar, gelişen iş bölümü gibi unsurlarla hayatta kalmak şansının arttırılması ihtiyacı söz konusu olmasaydı belki insanlar kavimler düzeyinde beraberliklerle yetinebilirlerdi. Oysa insan ihtiyaçlarının artması ve çeşitlenmesi, savaşlar da dahil olmak üzere topluluklar arasındaki ilişkilerin giderek artması, kavmin dayandığı gene de büyük ölçüde maddî, kan bağına yani ırka dayalı benzerliklerle bir arada bulunmak durumunu yetersiz kılar.

Bu durumda kavimler , altında iş bölümünü,alışverişi yürütebilecekleri, barış içinde hızla refaha ulaşabilecekleri yepyeni ve daha geniş bir çatı kurmak isteler ki artık bu çatının altında ne aile, ne aşiret, ne kabile ne kavim benzerlikleri ve liderlerin keyfî hükümleri geçerli olacaktır. Hepsinin üstünde, her zaman ve hepsi için geçerli kuralların uygulayıcısı bir devlet meydana getirirler ve bu devletin çekirdeğini oluşturan büyük kültürün etrafında benzeşirler. İşte bu benzeşme ile insanlar ilk defa ırka dayalı maddi benzeşmenin yarattığı ilkel sürü psikolojisinden kurtulurlar. Bugün etnik ırkçı siyasetçilerin “demokrasi” istismarıyla Kürt topluluğunu sürüklemek istedikleri hal, işte bu ırka dayalı geri kalmış benzeşme halidir.

Kavimlerin ortak hukuk çatısı altındaki kendiliğinden benzeşmesi haline “milletleşme” denir. İşte bizim Anayasamız’da ifadesini bulan Türk tanımı, hukuka dayalı benzeşmeyi esas alan, hayvani kalıtsal benzerliklere dayalı egemenlik mülâhazalarını aşan ileri ve soyut bir tanımdır.
Bundan dolayıdır ki örnek alınan hiçbir medenî memleketin anayasası devleti kuran milletin adını anmazlık etmez! Fransa sadece Fransızca konuşan kimliksiz “insanların” yaşadığı bir coğrafya değildir. Fransa adı “Fransız” olan ve çeşitli ırklardan insanları içinde mezcetmiş bir milletin “vatanıdır”! İngiliz’lerin en hümanistleri bile İngiliz olmanın medeni durumla ilişkisini inkâr etmez. İngiltere’yi “İngiliz olmayanların da yaşadığı ve bu yüzden adı ve kimliği olmayan bir toplumun coğrafyası” saymaz!

Ümmet ile bir devletim kutulamayacağı açıktır. Çünkü dilleri, tarihleri, örfleri apayrı insanlara standart bir din ile hükmetmek imkânsızdır. Böyle bir hüküm aracı haline getirilecek din muhakkak gene belli bir millete ait yoruma göre uygulanacaktır ki meselâ Arap örfünün Türk örfünden ve yorumundan daha üstün olması söz konusu bile olamaz.

Bu durumda ortaya çıkan gerçek şudur:

Modern hukuk devleti denen şeyi meydana getirebilecek tek toplumsal yapı Millettir! Milletleşememiş toplulukların kurduğu bürokratik otarşiler devlet olamaz. B u tip devletler ancak kan bağına dayalı egemenliğin yürürlükte olabileceği, o yapıyı kuranların diğerlerinden ancak belli ayrıcalıklarla ayrıldığı takdirde ayakta kalabileceği ve birbirlerini görerek tanıyanların dışındakilerle ilişkilerin kurulmasında kuralların işletilemeyeceği ilkel yönetimler olabilirler.


Bu yüzdendir ki Anayasamızda devletin çekirdeğini oluşturan milletimizi inkâr etmek ancak devletimizi aşiret ağalarının, kabile şeflerinin ilkel ve geri hegemonyalarına teslim etmek anlamına gelecektir ki bu Türk kurtuluş mücadelesinin inkârı ve hor görülmesi anlamına gelir. Bunu yapan yabancılara “düşman” denir. Hıyaneti Vataniye Kanunu’na göre ise bu fiilin adı vatana ihanettir. Bu kanunun ilga edilmiş olması, içerdiği kavramların ve bu kavramlara bağlı suçun kalktığı anlamına gelmez. Türk askerine silâh çeken Türk vatandaşının eyleminin “ihanet” olarak yargılanmaması nasıl bunun “ihanet “olduğu gerçeğini değiştirmiyorsa ancak bir işgalcinin düşünebileceği, egemen milleti Anayasa metninden silmek fiili de bundan farklı mülahaza edilmez.

Türksüz bir Türkiye hayal edenlerin, Kürt adını hangi hakla telaffuz edebilecekleri ise ayrı bir yazı konusudur.










2 yorum:

Yasin Beşir dedi ki...

Derin anayasa bilgisinin yanında hukukun tüm alt dallarına göre ayrı ayrı yorumlanarak yazılmış,günceli değil tüm zamanları kapsayacak bir kalıba sahip olan geçerli bir yazı olmuş.Tebrik ederim...

Afşar Çelik dedi ki...

Bu gerçekten ilgili ve dikkatli okuma için asıl ben teşekkür ediyorum, her zaman bekliyorum.