29 Kasım 2010 Pazartesi

Din, Mutluluk ve Çikolata I


Aşkın, fazlaca çikolata yemek olduğunu söylerler ya… Yani ortalama erkeğe “ Oğlum, boşuna kız arayıp durma, ye bir çikolata kanatlan! Kızların seninle işi olmaz ama çikolata her zaman burada!” mesajı verilir. E mesele altı üstü endorfin salgılatmaksa değnekle bile dürtsen demek ki bu insan denen eşek akrabası mutlu olacaktır?

Çikolatanın neli olduğu da önemli tabii… Delikanlı adamlar çikolataya su ( yoksa süt müydü?) katılmasından hoşlanmaz! Çikolatasında fındık- fıstık gibi maymun aperatiflerinden kat’i surette hazzetmez! Çikolata dediğin kapkara, hafif acı bir şeydir! O kadar!
Aynı şeyler mutluluk için de söylenir. Hatırlarım Dallas dizisinin moda olduğu devirlerde millet kendini çayırlara vurup jogging yapardı! Endorfin endorfin, püfür püfür esip mutluk olmak için…
Tabii buraya kadar anlattığımız şeyler mutluluk, aşk gibi ulvî duyguları biyolojik kökene indirgemeye çalışan “imansız” batılıların izahlarıdır!

Aslında şöyle bir baktığımızda günlük hayatımızda en az işittiğimiz veya üzerinde en az konuştuğumuz kelimenin “mutluluk” olduğunu fark ederiz. Aslında fark edeceğimizi sandığımdan değil de lâfın gelişi öyle söyledim. Zaten günlük hayatta hangi kelimeleri daha fazla kullandığımıza dair kafa yoracak kadar uyanık bir millet olsak bu gün “barış”, “demokrasi”, “özgürlük” gibi gayet ciddi kelimelere, hangi tiplerin, nasıl tasallut ettiğini de fark edebilirdik. Ama biz ağzımızı sadece geviş getirmekte kullandığımızdan, bu konuyu daha fazla eşelemenin manası yok! Siz de kendinizi üzmeyin. Fazla kelime gözünüzü çıkarır sonra!
Mutluluk deyince de bir anda ortaokulda din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinde ezberletilen “din” tanımı nedense aklıma geliverdi. “Dünya ve ahret mutluluğuna götüren yol…” gibi bir tanımı vardı.

Hocalarıma sonsuz minnettarlığımı sunarım. Mesele şu ki öğrenim hayatımın hiçbir aşamasında “mutluluğun” ne olabileceğine dair herhangi bir şey öğretilmedi.
Oysa batı felsefesinin en temel konusu insanın mutluluk arayışı idi.
İslâm âleminde ise “felsefe” başta Gazalî’nin kötülemesinden dolayı ve daha da ayrı sadece ilahiyatın bir dalı olarak görülmesinden cılız kaldığı için olsa gerek bizatihi insanla ilgili, insanın varoluşu ve kendine bakışıyla ilgili hemen hemen hiçbir fikir yaratılmamıştı. Şimdi şüphesiz hemen antik çağ filozoflarının tercümelerinin yapıldığı o muhteşem “altın çağdan” bahsedilecektir. Sorun şu ki o tercümelerden bu güne gelen şey içinde gerçek insanın bulunduğu, evrenin özüyle insanın mutluluğu arasındaki ilişkiyi kuran metinler değildir. Belki o dönem buna bakan Müslüman filozoflar da olmuştur ama görünen o ki İslâm âleminde ilim kısa sürede yozlaşmış ve hele ilâhiyat, iktidarların kafasına göre eğip büktüğü bir tür oyuncak haline gelmiştir.

İlâhiyatın da sadece günlük hayatta kullanılacak “muamelât” kısmıyla ilgilenilmiş, mü’minlere ilâhiyatın itikadî konularında kafa yormamaları neredeyse emredilmiştir.
Dört halife devrinin bitimiyle başlayan dinî iktidar mücadeleleri artık Müslüman’ın kafasında iktidarın tehdidiyle çizilen sınırlar meydana getirmiştir. Bu sınırlar, din âlimlerine uygulanan zulümlerle daha netleştirilmiş, “İktidarımıza uymayan büyük adamları bile çiğneyip geçebildiğimize göre diğerleri sussa iyi olur!” tehdidi Müslüman’ları etkisine almıştır. Bugün cemaatçiliğin bize çizdiği tablo aynen İslâm’ın siyasallaştırıldığı dönemin, iktidara tapınıcılığının bir devamıdır.

“Mutluluk” kelimesi sıradan Müslümanlar arasında pek bilinmez. Bunun anlayabildiğim kadarıyla iki sebebi vardır. Birincisi, “mutluluğun” haz ile olan ilişkisinin, onu doğrudan “nefsî”/ nefse dair bir kavram haline getirmesi… İkincisi, onun kişinin kendi özüyle değil, dışarıdan bir otorite ile ilgili düşünülmesi.

Mutluluğun haz ile ilişkisinin kendiliğinden kötü bir şey olup olmadığını neredeyse sorgulayamazsınız bile. Tuvalete gitme şeklinden, su içme usulüne kadar her şeyi ayrıntılı anlatan günlük hayata dair din bilgisi kitaplarında sadece “Helal dairesinin hazlar için yeterli olduğu” yazılır. Ama hazzın ne olduğundan bahsedilmez.

Bunun sebebi, siyasal İslâm’ı besleyen modern dindarlığın veya kolektif dindarlığın hazzı bir otomatizm olarak kabul etmesidir. Kolektif dindarlığa göre “haz” hazza yol açan eylemlerin gerçekleştirilmesiyle kendiliğinden meydana gelir. Tadı güzel olan şeyler insana haz verir… Cinsel yakınlaşma insana haz verir… Güzle kokular insana haz verir… Öyleyse mesele bu haz mekanizmasının helaller dairesinde uyarılması/ tatmin edilmesidir.
Modern iktisadın temel düşüncesinde, insanın hazzı acıya tercih edeceğidir ve bu kesinlikle doğrudur.

Ama mesele hazzın mutlulukla eş anlamlı olmamasıdır. Aslında bazı konularda bazı İslâm âlimleri bu ayrıma yüzeysel de olsa gitmişler fakat bunun derin farkına değinmemişlerdir. Yanılmıyorsam “İlim Amel, Seyr-u Süluk” adlı eserde “Helâl cima kalbe ferahlık verir..” şeklinde bir ifade vardır. Bu ifade cinsel yakınlaşmadan hazzın helâl veya haram dairesine göre farkını belirtse de özünde, hazzın bir otomatik algı olduğunu kabul etmektedir.

Hazzın, hayvanlarla paylaştığımız beslenmek, üremek gibi temel güdülerin bir sonucu meydana geldiği doğrudur. Fakat mesele insan için bundan ibaret değildir. İnsan için asıl mesele “mutlu” olmaktır.

2 yorum:

nevin çelik dedi ki...

Tapaj hataları düzeltildikten sonra yorum yapacağım.Bu hatalar insana eziyettir.Selamlar.

Afşar Çelik dedi ki...

Düzlttik efe'm, buyurun... :)