24 Ağustos 2014 Pazar

Ben Ne Diyorum Sen Ne Anlıyorsun?


Toplumdaki ayrışmanın sebebi algılama biçimlerinin ayrışması aslında.

Jefferson “Bu Anayasa ile bir ulus yaratıyoruz.” Demiş ABD Anayasası ‘nı hazırlarken.

O ulus nasıl yaratılmış?

Daha Anayasası hazırlanırken Amerikan ulusu kendiliğinden oluşuyordu.  O ulusun dili neydi? İngilizce. O ulusun toplumsal düzeninin  ahlâkî temeli neydi? Anglosakson /Protestan ahlâkı. O ulusun toplumsal düzenindeki özgürlük anlayışı neydi? John Locke’un toplumsal ve dini hoşgörü anlayışı ile biçimlenen  bir özgürlük anlayışı.

Aslında hiç yoktan bir ulus yaratılmıyordu. Sadece İngiliz örfünden  öğrenilen ilkeler, ABD sınırları içinde kalan bütün etnik gruplara ayrımsız uygulanıyordu, o kadar.


Öyle ki bir göçmenler ülkesi olan ABD  hiçbir  göçmen grubuna, ABD kanunlarından ayrı bir egemenlik alanı kurmak, kendi dilini resmen kullanabilmek “hakkını” vermiyor, ancak ve yalnız İngilizce konuşan ve bir Anglosakson Protestan gibi yaşayarak geçmişle ilgili bütün bağlılıkları kopartmış insanları kendinden sayıyordu.

Şurası özellikle önemlidir ki ABD’de etnik azınlıkların hak mücadeleleri asla siyasal Kürtçülüğün silâhlı egemenlik iddiası ve terörü gibi olmamıştır.

ABD’de “azınlık” grupları daima haklarını, beyaz, Anglosakson ve Protestan insanın  medeniyetinden çıkmış Anayasa içinde kalarak ve bu Anayasaya sığınarak aramışlardır. Bu hak arayışında, üstün ve uygar bir ulusun üyesi olmak iddiası, mücadelenin meşruiyet şartı olarak ortaya konmuştur.  ABD egemenlik alanında beyaz renge başka  herhangi bir rengin ortak olmasına asla izin vermemiştir,  vermemektedir.

ABD Başkanı kinci ismindeki “Hüseyin’i” “H.”  kısaltamasıyla telaffuz etmiştir.

Bu yanlış mıdır?

Asla! Çünkü canınız pahasına koruduğunuz bir devlet  kurduğunuzda toplumsal düzenin temelindeki rızanın toplumsal hayattaki uyuşmayla temellendirilmesi şarttır.

Yani “çok renkli” bir toplumun içinde renklerin ayrı ayrı egemenlik sahaları oluşturmalarına izin verirseniz, o “renklerin”  hak aramakta, düşmanla çarpışmakta, barışı anlamakta kullanacakları bir müşterekleri kalmaz.

Renklerin ancak  anlamlı ve bütünlük içeren bir büyük resmin “anlamlı” parçaları olduğunu herkes kabul ederse o ülkede  dost ve düşman algısı tekleşir ve işte o zaman ancak “ulusa adına karar veren bir yargı” teşekkül edebilir.

Bugün Türkiye’deki “çok renklilik” algısı, her rengin kendi başına bir resim oluşturmak iddiasına resmi özgürlük tanınmasına dayanıyor.

Yani meselâ Kürtlerin, sırf Türk olmaktan nefret ettikleri, kendilerini dünyadan ayırmaksızın huzur bulamayacaklarını söyleyen birileri var diye, onların meşru egemenlik alanımızdan kendilerini ırka dayalı bir şekilde ayırabilmelerine özgürlük tanımak gibi…
 
Veya  sırf kendilerini Müslüman görüp de  diğer herkesi kınayan ve herkesi de kendi bildikleri  dini cemaat ve tarikat yapısına boyun eğdirmek iddiasını özgürce savunmak isteyen şeriatçıları “renk” olarak kabul etmek gibi…

Türkiye’nin yanlışı, gerek etnik gerekse dini cemaatleşmeye, egemenliği bölmek özgürlüğü verecek kadar çarpıtılmış bir demokrasi anlayışının iktidarına izin vermesidir.

Her cemaat veya etnik topluluk elbette mensuplarının tanınmasında belli ortak özelliklere sahiptir. Sorun bu özelliklerin, ülkeyi kuran en büyük ulus anlayışına ve kültürüne rakip ve denk sayılıp sayılmamasıdır.

Dünyada hiçbir uygar ulusal ülkede azınlık gruplarının böyle bir denkliği tanınmaz. Çünkü cemaat yapılarının içinde hukuk devletinin uluslaşma dinamiği ve hukuk birliği ideali ortaya çıkmaz. Bu olmadığı takdirde de ülke egemenlik iddialarından kaynaklanan bir savaş veya iç savaşla karşı karşıya demektir.


Hiç yorum yok: