Jefferson “Bu Anayasa ile bir
ulus yaratıyoruz.” Demiş ABD Anayasası ‘nı hazırlarken.
O ulus nasıl yaratılmış?
Daha Anayasası hazırlanırken Amerikan
ulusu kendiliğinden oluşuyordu. O ulusun
dili neydi? İngilizce. O ulusun toplumsal düzeninin ahlâkî temeli neydi? Anglosakson /Protestan
ahlâkı. O ulusun toplumsal düzenindeki özgürlük anlayışı neydi? John Locke’un
toplumsal ve dini hoşgörü anlayışı ile biçimlenen bir özgürlük anlayışı.
Aslında hiç yoktan bir ulus
yaratılmıyordu. Sadece İngiliz örfünden
öğrenilen ilkeler, ABD sınırları içinde kalan bütün etnik gruplara
ayrımsız uygulanıyordu, o kadar.
Öyle ki bir göçmenler ülkesi olan
ABD hiçbir göçmen grubuna, ABD kanunlarından ayrı bir
egemenlik alanı kurmak, kendi dilini resmen kullanabilmek “hakkını” vermiyor,
ancak ve yalnız İngilizce konuşan ve bir Anglosakson Protestan gibi yaşayarak
geçmişle ilgili bütün bağlılıkları kopartmış insanları kendinden sayıyordu.
Şurası özellikle önemlidir ki ABD’de
etnik azınlıkların hak mücadeleleri asla siyasal Kürtçülüğün silâhlı egemenlik
iddiası ve terörü gibi olmamıştır.
ABD’de “azınlık” grupları daima
haklarını, beyaz, Anglosakson ve Protestan insanın medeniyetinden çıkmış Anayasa içinde kalarak
ve bu Anayasaya sığınarak aramışlardır. Bu hak arayışında, üstün ve uygar bir
ulusun üyesi olmak iddiası, mücadelenin meşruiyet şartı olarak ortaya
konmuştur. ABD egemenlik alanında beyaz
renge başka herhangi bir rengin ortak
olmasına asla izin vermemiştir,
vermemektedir.
ABD Başkanı kinci ismindeki “Hüseyin’i”
“H.” kısaltamasıyla telaffuz etmiştir.
Bu yanlış mıdır?
Asla! Çünkü canınız pahasına
koruduğunuz bir devlet kurduğunuzda
toplumsal düzenin temelindeki rızanın toplumsal hayattaki uyuşmayla
temellendirilmesi şarttır.
Yani “çok renkli” bir toplumun
içinde renklerin ayrı ayrı egemenlik sahaları oluşturmalarına izin verirseniz,
o “renklerin” hak aramakta, düşmanla
çarpışmakta, barışı anlamakta kullanacakları bir müşterekleri kalmaz.
Renklerin ancak anlamlı ve bütünlük içeren bir büyük resmin “anlamlı”
parçaları olduğunu herkes kabul ederse o ülkede
dost ve düşman algısı tekleşir ve işte o zaman ancak “ulusa adına karar
veren bir yargı” teşekkül edebilir.
Bugün Türkiye’deki “çok renklilik”
algısı, her rengin kendi başına bir resim oluşturmak iddiasına resmi özgürlük
tanınmasına dayanıyor.
Yani meselâ Kürtlerin, sırf Türk
olmaktan nefret ettikleri, kendilerini dünyadan ayırmaksızın huzur
bulamayacaklarını söyleyen birileri var diye, onların meşru egemenlik
alanımızdan kendilerini ırka dayalı bir şekilde ayırabilmelerine özgürlük
tanımak gibi…
Veya sırf kendilerini Müslüman görüp de diğer herkesi kınayan ve herkesi de kendi
bildikleri dini cemaat ve tarikat
yapısına boyun eğdirmek iddiasını özgürce savunmak isteyen şeriatçıları “renk”
olarak kabul etmek gibi…
Türkiye’nin yanlışı, gerek etnik gerekse
dini cemaatleşmeye, egemenliği bölmek özgürlüğü verecek kadar çarpıtılmış bir
demokrasi anlayışının iktidarına izin vermesidir.
Her cemaat veya etnik topluluk
elbette mensuplarının tanınmasında belli ortak özelliklere sahiptir. Sorun bu
özelliklerin, ülkeyi kuran en büyük ulus anlayışına ve kültürüne rakip ve denk
sayılıp sayılmamasıdır.
Dünyada hiçbir uygar ulusal
ülkede azınlık gruplarının böyle bir denkliği tanınmaz. Çünkü cemaat
yapılarının içinde hukuk devletinin uluslaşma dinamiği ve hukuk birliği ideali
ortaya çıkmaz. Bu olmadığı takdirde de ülke egemenlik iddialarından kaynaklanan
bir savaş veya iç savaşla karşı karşıya demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder