İlkokul kompozisyonu başlığı gibi oldu, farkındayım. Farkındayım da Türkiye’de blog yazmanın zorluğunu yaşayan biri olarak daha başka bir başlık da bulamadım.
Blog dediğin, nedir ki eninde sonunda? On dakikada açılıp içi bin türlü zırvayla doldurulup kenarına köşesine eğer alınabiliyorsa, reklam tıkıştırılıp sonra da sanalağ çöplüğüne yollanan kişisel atıklar.
Bir blog yazarı, blog yazarlarının gerçek yazar sayılıp sayılmayacağını sormuştu, bir vakit…
Herşeyden evvel kişi başına yıllık ortalama okuma süresinin yirmi saniyenin altında olduğu bir memlekette yaşayıp da sanalağda kendini sürekli, yazarak ifade eden birinin böyle bir soru sorması bana üzücü gelmişti.
Çünkü yılda ortalama sadece on altı saniye okuyan, “millî iradesiyle” her türlü saçma sapan ve ayrılıkçı açılıma, saçılıma, saltanat-ı kibriyaya ( tabir tamamen uydurmadır) hayat veren, kendisine “Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır!” diyen atasına “diktatör” diye hakaret edenlerin peşine alıkça düşen bir toplumun içinde yaşayıp da “Ben yazıyorum ama acaba “yazar” mıyım?” diye düşünmek cidden acıtıcı…
Her gün okumaktan aciz bir toplumun içinde her gün yazan insanların durumu, tımarhanedeki bilgenin haline benziyor.
Nereden geldi aklıma?
Bir müddettir, siyaset ve felsefe yazdığım blogumda kişisel gelişimim üzerine yazmaya, kendi kendime nasihat etmeye başladım.
Blog yazılarının sonuna okur tepkileri için kutular koydum.
Zaten doğru dürüst okunmayan bir blogun okunduğuna dair belki bir işaret gelir diye düşünmüştüm. Yazımın birinin altına biri “kötü” kutusunu işaretlemiş, gitmiş. En azından yazıyı okumuş ama neden kötü bulduğunu belirtmeye gerek bile duymamış. Sonuçta onun kendisini ifade etmesini sağlayan benim yazımın altındaki kutucuk.
Ben kendimi satırlarca ifade edeceğim… Her gün ama her gün bir şeyler yazacağım ve birileri benim onlara sağladığım bir kolaylığı kullanarak kendini tek bir tıkla ifade edip bana dirsek gösterecek… Öyle mi?
Bu memlekette birileri hâlâ blog yazıyorsa bu, beyinleri, adına gazete denilen bir takım ayrılıkçı, dedikoducu, iftiracı ve sansasyonel uyduruk yazılı fotoğraf tomarlarının ilkel güdülemelerine uymak dışında bir işe yaramayan iki ayaklılar kitlesi için bir nimettir.
Blog, kendini ifade etmenin entelektüel bir şekli. Yapılan her işin bir kıymetinin olduğu ve durmadan “kapitalist” diye sövülen toplumlarda da gayet ciddi bir iş olarak kabul edilmektedir.
Kafası, yolsuzlukla köşeyi dönmek dışındaki hiçbir şeyi para kazanmak saymayan, tembel ve fesat toplumumuzda ise blogculuk bir tür lüzumsuz işler yığınından başka bir şey değildir.
Yazabiliyorsanız siz de bir blog açıp her gün yazın. Cesaretiniz varsa başkalarının korkaklığıyla var olmaya çalıştığı dilsizler toplumunda, fikirlerinizi ifade edin! Ve bir blogu okuduğunuzda, eğer nohut kadar kafanızda, bir eleştiri yeşerebiliyorsa onu yazıya dökün!
Aslında blogcunun bütün beklentisi budur.
Rammstein abileri dinleyelim, silkinelim...
Rammstein abileri dinleyelim, silkinelim...
2 yorum:
Ben o kutucuklardan "düşündürücü"yü seçtim. Çünkü yazınızı okurken ciddi anlamda düşündüm, irdeledim, şarkıyla olmasa da kendi sessiz odamda ciddi bi' silkindim.
En çok da şu kısım etkiledi beni: "Her gün okumaktan aciz bir toplumun içinde her gün yazan insanların durumu, tımarhanedeki bilgenin haline benziyor."
Sanıyorum tüm yazıyı özetleyen cümle bu, asıl anlaşılması gereken hatta...
Fikirlerinizi/fikirlerimizi öyle güzel anlatmışsınız ki, o kutucuklarda keşke "İşte bu!" olsaydı. O vakit onu işaretleyecek olan kişilerden ilki ben olurdum.
Kelimelerinize sağlık.
beğendiğinize sevindim efendim, hoşgelmişsiniz. "İşte bu!" kutusu sanırım koyabiliriz. :) Blogcunun kaderi, aslında üreten bütün insanlarımızın kaderi ile aynıdır. Üretmek öyle büyük bir ihtiyaç ki dünyayı güzelleştiren ve önüne geçielemeyen bu iş sayesinde hâlâ varız. Vakit ayırıp okuduğunuz, hele yorumladığınız için çok teşekkürler, sygılar, her zaman beklerim.
Yorum Gönder