28 Temmuz 2011 Perşembe

Büyüme mi Gelişmişlik mi?



Türkiye’de en sık rastladığımız yanlışlardan biri, sanırım, büyüme rakamları denen göstergelere bakılarak “gelişmişlik”  kanaati serdetmek…





Efendim Çin’den daha mı az büyümüşüz, daha mı  çok büyümüşüz? İhracat rakamlarımız neymiş de  ithalatı karşılama oranı neymiş?





Ekonomiye bu bakış eksik ve sosyalistçe bir bakıştır ki bu bakışla herhangi bir ekonominin düzelmesi mümkün değildir. İktidara hangi parti gelirse gelsin, ekonominin devlet eliyle “düzeltilmesi gerektiği” sosyalist  çıkarcılığı, Türk ekonomisine damgasını vurmuştur, böyle giderse vurmaya devam da edecektir.





Ekonomiyi “çıkar grupları savaşı”, demokrasiyi de bu savaşın politik arenası olarak gören  sosyalist  ilkellik, ekonomideki bazı kavramları asla görememiştir, görmeyecektir de. Bu ilkellik, “karma ekonomi”  tapınmacılığıyla alabildiğine semirtilmektedir.





Ekonomi bir faaliyetler/davranışlar ağıdır. Bu ağ, karşılıklı çıkarların etkileşimi ile sürekli örülür, sürekli çözülür. Dolayısıyla, hiç kimsenin , hiçbir hükümetin,  partinin, sınıfın,  eli kalaşnikoflu  zorbanın keyfine göre yönetilemez.





Ekonomide herkes ikili bir rol üstlenmiştir. Herkes üretmediği her şeyin ve aynı zamanda ürettiği her şeyin tüketicisidir.  Dolayısıyla   tüketim gücü olmayan emek kahramanı üretici işçi sınıfıyla  üretmeksizin  tüketebilecek  imkanları olan kapitalist sınıf diye  bir ayrım gerçek hayatta yoktur.,





Bunu belirtmemizin sebebi şudur. Hem iktisadın terimlerini kullanıp hem de Marksizm taslayanların göz ardı ettiği iki unsur hem ekonomik büyümenin  hem de gelişmişliğin anahtarlarıdır.  Bunlar, yaratıcı zekâ veya müteşebbis ve sermayedar (kapitalist)dır.





 Ekonomik büyüme “rakamların artışından” ibaret değildir.  Hele gelişmişliğin ekonomik büyümenin bu yönüyle hiçbir ilgisi yoktur. Arzu edilen ekonomik büyüme, “gelişmişliğin sonucu” olan ekonomik büyümedir. Dünyanın plastik leğen üretim şampiyonu olmanız hiçbir anlam taşımaz. Petrokimya sahasında yaratıcı bir yeriniz yoksa, yaptığınız sadece, gelişmiş ülkelerin arkasından nal toplamak ve  kullanılmış nal koleksiyonunuzu büyüterek  geliştiğinizi sanmaktan ibarettir.





Gelişmiş ülkeler, salt belli üretim kalemlerini tekrar tekrar üreten ülkeler değildir. Onlar toplumsal talepleri karşılamaya yönelik yaratıcı fikirleri, mülkiyet koruması altına alarak  fiziksel gelişmeyi daha cenin halinde koruyup büyüten  ülkelerdir. Böylece üretimin toplumdaki talepsel  anlama tercüman olmasını sağlamışlardır. Bir talebi daha tam anlamıyla ifade edilmeden sezerek anlayan,   doğru kaynakları ve doğru sermaye mallarını  müstakbel taleplere yönlendirerek üretim yapabilenlerin yaşadığı ülkeler, gelişmiş ülkelerdir. Gelişmenin bundan başka herhangi bir yolu da yoktur. Mesele, yeni fikirlerle ilgili meydana getirilen uzmanlıkların,  emeğin niteliğini sürekli yükseltmesi ve bütün ücretli kesimin, bu yükselmenin getirdiği emek  fiyatı  artışından yararlanabilmesidir. Dolayısıyla  ücretlerdeki ve refahtaki artış, üretimin hiç yapılmadığı bir memleketteki hümanist sosyal demokratların veya devrimci sosyalistlerin pankart açarak veya slogan atarak kapitalisleri korkutmasından değil, her gün ama her gün,  emeğe yeni nitelikler kazandıran yeni icatların ve yeni  teşebbüslerin ekonomi    sahasına özgürce girebilmesindendir.





Konunun bu ana hattı anlaşılmazsa, ekonomik büyümeye rağmen fakirleşmenin sebebi de anlaşılamaz. Ekonomik büyüme, paylaşılacak, yağmalanacak bir pastanın, bir servetin büyümesi değildir. Ekonomik büyüme, özünde renksiz kokusuz ve  aslında hiçbir şey ifade etmeyen bir üretim miktarı  sayısal/ istatistiki değerden ibarettir.





Ekonomik büyüme rakamını esas anlamlı kılacak değer, üretim kalemleridir. İki üretim kaleminde milyonlarca kutu üretim yapan bir ülke ile bin üretim kaleminde üretim yapan bir başka ülkeyi gelişmişlik açısından kıyaslamak bundan dolayı saçmadır. Ülkesinin bütün emek arzını, silâhlı güçleriyle belirli şirketlere köle ettiren ve bütün üretimi yarım saatlik kaliteden ibaret olan meselâ Çin’in büyüme rakamlarını ciddiye almak bu açıdan saçmalığın dik âlâsıdır.





Türkiye’ye düşen şey, mülkiyet üzerindeki devlet keyfiliğine derhal son vermek, yaratıcı fikirlerin dolaşımını sağlayacak fikir mülkiyeti kurumunu tesis etmek, mülkiyetlerin sermayeye dönüşümünün önündeki bürokratik keyfiliği kaldırmak, plânlamacılık mikrobundan arınmak ve  devleti ancak ve yalnız piyasanın diğer aktörleri kadar imtiyazlı bir hale getirmektir. Aksi takdirde , üretimin devlet emriyle yürütüldüğü sosyalist diktaların kaderinden başka bir yere ulaşmamız mümkün olmayacaktır.














Hiç yorum yok: