Beraberliğe yapılan vurgu bir fetiş düzeyine ulaşmış durumda nicedir. Ağzını açan farklılıkların beraber yaşamak iradesinden bahsediyor.
Burada “farklılığın” ölçüsünden bahsetmek, kimsenin aklına gelmiyor. “Farklılık”, ne kadar olursa olsun ve ve kayıtsız şartsız kabullenilmesi gereken bir değer midir?
Her şeyden önce şunu belirtmemiz gerekir. Eğer bir beraberlikte farklılıklar uzlaşmaz hale gelmişse beraberliğin sürdürülmesi yarardan çok zarar getirir. Bir beraberlik, belli unsurlar üzerinde tartışmazsız şekilde yürütülen bir, “bir olmak” davranışıdır. Beraberlik bir durum değil, bir davranıştır.
Beraberliğin yürütülmesi bu açıdan üç şeye dayanır:
Birincisi beraberliğin anlamını veren müşterekler…
İkincisi bu müştereklerin kaynağı olan büyük kültür…
Üçüncüsü beraberliği sürdürmek üzere gösterilen irade.
Türkiye son dönemde, popülist siyasal dinci politikalarca iyice alevlendirilen ve resmî bir şekilde katılaştırılmaya/yerleştirilmeye çalışılan etnik ırkçılık probleminin dışında, ayrıca gene iktidarca resmî şekilde telaffuz edilen inanç grupları, yaşam tarzları eksenlerinde toplumsal bölünmeleri yaşamaktadır.
İktidar partisince yürütülen farklılıkların uzlaşmazlığı politikasına göre Türkiye aslında birbirinden habersiz, birbirinden bağımsız, birbiriyle uzlaşmayacak toplumsal farklılıkların yaşandığı bir ülkedir. Buradaki “uzlaşma” terimi bir davranış olarak değil, kendiliğinden bir yakınlaşma/ benzeşme anlamında kullanılmıştır. “Türkiye’de otuz altı etnik grup var!” dahiyane keşfinin temel yanlışlığı budur. Buna göre Türkiye’de birbiriyle eşit derecede cevaplama kabiliyetine sahip bir çok apayrı kültür bulunmaktadır.
Bu kabul, bir çoklarına çok insanca görünmesine rağmen hiç de öyle değildir. Çünkü bu, bir ülkeyi kuran ulusal yapının özündeki, “büyük kültür etrafında meydana gelmiş kendiliğinden benzeşme” gerçeğini ve dolayısıyla uluslaşmayı reddetmek anlamına gelmektedir. Bunun ne önemi vardır? Bunun önemi de şudur ki bir büyük kültür etrafında kendiliğinden benzeşmenin temeli barış ve uzlaşmadır. Oysa siz insanlara “Siz kesinlikle farklısınız ve kendi başınıza bir ulussunuz!” dediğinizde onlara iyilik yapmış olmaz, onarlı dünyada hiç kimseye benzemeyen, yalıtılmış ve kendiliğinden “öteki” haline gelen bir topluluk yaparsınız.
Barışın iki temel unsuru vardır:
Bunlardan birincisi meşruiyetin tartışılmaz egemenliği..
İkincisi, meşruiyeti kuran büyük kültür üzerindeki mutlak uzlaşma. Esasen bir kültür eğer meşru değerler üzerine değil de gasp, yağma, cinayet üzerine kurulmuşsa o kültürün üzerindeki uzlaşma da barışı sağlayamaz.
Bundan dolayıdır ki uluslaşmanın temelindeki, merkezindeki büyük kültürle, kabile kültürlerini bir tutarak barış sağlanması mümkün değildir. Uluslaşma zaten, barışa yönelik insani varoluşçu değerleri sağlayan büyük kültür sahibi bir toplumsal çekirdeğin etrafındaki kendiliğinden meydana gelen beraberlik ve benzeşme demektir.
Dolayısıyla Türk Milleti’nden bahsedildiğinde bundan rahatsız olmak, Türk Milleti denen toplumsal yapının değerlerinin farkında olmamak veya bu değerlere düşman olmak demektir. Türk Milleti gerçeğini oluşturan değerler adil davranışa bağlılık ve onun tartışılmazlığına duyulan inanç, iyiliğin mutlak üstünlüğü, insanüstü bir irade olarak Tanrı’nın mutlak birliğine ve adaletine inanç gibi öğeleri kapsar. Dolayısıyla Türk Milleti mensubu için “beraberlik”, değerlere düşmanlığa rağmen zorla bir arada durmak demek değildir.
Dünyanın diğer bütün uluslaşmış toplumlarında da uluslaşmanın bir olumlu değerler mutabakatı olması ve bundan dolayı uluslaşmanın insanca bir övünç vesilesi sayılmasının sebebi budur. Dolayısıyla uluslaşmış toplumlar gerek kuruluşlarında gerekse hayatları süresince daime bu değerler mutabakatına gösterilen iradî bağlılık ile beraberliklerini korurlar. Bu beraberlik de beraberliği oluşturan, adaleti temin eden kurucu büyük kültürün tekilliğini kabul etmeye dayanır. Bu açıdan her beraberlikte kendiliğinden bir “patronaj” durumu vardır. Hiç kimse meselâ İngiltere’de İngiliz kültürünün , dilinin ve kurucululuk tekilliğinin sorgulanmasına müsamaha göstermez. İngiliz adalet sağlayıcılığının ve dilinin ve kültürünün mutlak egemenliği altında istediğiniz şeyi yapabilirsiniz ama yaptıklaırnız asla bu unsurları tartışmaya açmaya veya kendinize rakip görmeye kadar vardırılamaz. Bu, dünyanın her yerinde de böyledir.
Şimdilerde kasıtlı şekilde “ulus devlet” şeklinde söylenen ulusal veya millî devletin özelliği, kendi değerler mutabakatını, kendi bildiği gibi ve kendi diliyle yaşamak için savaşı göze almış, bağımsız uluslar tarafından kurulmuş olmalarıdır. Dolayısıyla bir beraberlikten bahsedildiğinde, millî devletleri kuran millî iradenin ve onun değerlerinin tartışılabilmesi imkânı diye bir şeyden bahsedilemez. Eğer bunları “tartışılır” veya “kabul edilemez” bulan birileri olursa, millî devlet onlara göre şekillendirilerek, değerleri, siyasi yapısı ve toprak bütünlüğü bölünerek o kişilerin rızası aranmaz, o kişiler dışlanır veya onlara savaş açılır. Bundan dolayı aslolan “Ne pahasına olursa olsun beraber yaşamak” değildir. Aslolan beraber yaşamanın şartlarını oluşturmuş ulusal yapının koyduğu şartlara saygı ve bağlılık ile yaşamaktır.
Beraber yaşamak istemeyenlerin kaprislerine ve ihtiraslarına razı olarak bir uzlaşma sağlanamaz. Buna ancak “teslim olmak” denir ki bu da ancak ya tartışılmaz bir yenilgi veya yok olmakla mümkündür. Bizimle bizim şartlarımızda beraber olmayı kendilerine yediremeyenler varsa bu yüzden onları yok edilmesi gereken düşmanlar saymamız en doğal hakkımızdır. Demokrasi, insanın düşmanıyla beraber yaşamaya halk oyu ile zorlanması değildir. Bu yüzden bizi istemeyenler için iki seçenek vardır, ya bizi tartışmasız şekilde yenerler veya yok ederler veya bunu yapmak için harekete geçtiklerinde yok edilmekten şikayet etmezler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder