8 Temmuz 2011 Cuma

Beraber Yaşamak Saplantısı





Beraberliğe yapılan vurgu  bir fetiş düzeyine ulaşmış durumda nicedir. Ağzını açan farklılıkların beraber yaşamak iradesinden bahsediyor.

Burada “farklılığın” ölçüsünden bahsetmek, kimsenin aklına gelmiyor. “Farklılık”, ne kadar olursa olsun ve  ve kayıtsız şartsız kabullenilmesi gereken bir   değer midir?

Her şeyden önce şunu belirtmemiz gerekir. Eğer bir beraberlikte farklılıklar uzlaşmaz hale gelmişse  beraberliğin sürdürülmesi yarardan çok zarar getirir. Bir beraberlik,  belli unsurlar üzerinde tartışmazsız şekilde  yürütülen bir, “bir olmak” davranışıdır. Beraberlik bir durum değil, bir davranıştır.

Beraberliğin yürütülmesi bu açıdan üç  şeye dayanır:

Birincisi beraberliğin anlamını veren  müşterekler…

İkincisi bu müştereklerin kaynağı olan büyük kültür…

Üçüncüsü  beraberliği sürdürmek üzere  gösterilen irade.

Türkiye son dönemde, popülist siyasal  dinci politikalarca  iyice alevlendirilen ve resmî bir  şekilde  katılaştırılmaya/yerleştirilmeye  çalışılan etnik ırkçılık probleminin dışında, ayrıca gene  iktidarca resmî şekilde telaffuz edilen inanç grupları, yaşam tarzları eksenlerinde  toplumsal bölünmeleri yaşamaktadır.

İktidar partisince yürütülen farklılıkların uzlaşmazlığı politikasına  göre Türkiye aslında birbirinden habersiz, birbirinden bağımsız, birbiriyle uzlaşmayacak toplumsal farklılıkların yaşandığı bir ülkedir. Buradaki “uzlaşma” terimi  bir davranış olarak değil, kendiliğinden bir yakınlaşma/ benzeşme anlamında kullanılmıştır. “Türkiye’de otuz altı etnik grup var!” dahiyane keşfinin temel yanlışlığı budur. Buna göre Türkiye’de birbiriyle eşit derecede cevaplama kabiliyetine sahip bir çok apayrı kültür bulunmaktadır.

Bu kabul, bir çoklarına çok insanca görünmesine rağmen  hiç de öyle değildir. Çünkü bu,  bir ülkeyi kuran ulusal yapının  özündeki, “büyük kültür etrafında meydana gelmiş kendiliğinden benzeşme” gerçeğini ve dolayısıyla uluslaşmayı reddetmek anlamına gelmektedir. Bunun ne önemi vardır? Bunun önemi de şudur ki  bir büyük kültür etrafında kendiliğinden benzeşmenin temeli  barış ve uzlaşmadır. Oysa siz insanlara “Siz kesinlikle farklısınız ve kendi başınıza bir ulussunuz!” dediğinizde onlara iyilik yapmış olmaz, onarlı  dünyada  hiç kimseye benzemeyen,  yalıtılmış ve kendiliğinden “öteki” haline gelen bir topluluk yaparsınız.

Barışın iki temel unsuru vardır:

Bunlardan birincisi meşruiyetin tartışılmaz egemenliği..

İkincisi, meşruiyeti kuran büyük kültür üzerindeki mutlak  uzlaşma. Esasen  bir kültür eğer meşru  değerler üzerine değil de gasp, yağma, cinayet üzerine kurulmuşsa o kültürün üzerindeki uzlaşma da barışı sağlayamaz.

Bundan dolayıdır ki uluslaşmanın temelindeki, merkezindeki büyük kültürle, kabile kültürlerini bir tutarak barış sağlanması mümkün değildir. Uluslaşma zaten, barışa yönelik insani  varoluşçu değerleri sağlayan büyük kültür sahibi   bir toplumsal çekirdeğin etrafındaki kendiliğinden meydana gelen beraberlik ve  benzeşme demektir.

Dolayısıyla Türk Milleti’nden bahsedildiğinde bundan rahatsız olmak, Türk Milleti denen toplumsal yapının değerlerinin farkında olmamak  veya bu değerlere düşman olmak demektir. Türk Milleti gerçeğini oluşturan değerler adil davranışa bağlılık ve onun tartışılmazlığına duyulan inanç, iyiliğin mutlak üstünlüğü, insanüstü bir irade olarak Tanrı’nın mutlak birliğine ve adaletine inanç gibi öğeleri kapsar. Dolayısıyla Türk Milleti  mensubu için “beraberlik”,  değerlere düşmanlığa rağmen zorla bir arada durmak demek değildir.

Dünyanın diğer bütün uluslaşmış toplumlarında da uluslaşmanın bir olumlu değerler mutabakatı olması ve bundan dolayı uluslaşmanın insanca bir övünç vesilesi sayılmasının sebebi budur. Dolayısıyla uluslaşmış toplumlar gerek  kuruluşlarında gerekse hayatları süresince daime bu değerler mutabakatına  gösterilen iradî bağlılık ile beraberliklerini korurlar.  Bu beraberlik de  beraberliği oluşturan, adaleti temin eden kurucu büyük kültürün tekilliğini kabul etmeye dayanır. Bu açıdan her  beraberlikte kendiliğinden bir “patronaj” durumu vardır. Hiç kimse meselâ İngiltere’de İngiliz kültürünün , dilinin ve kurucululuk tekilliğinin sorgulanmasına müsamaha göstermez.  İngiliz adalet sağlayıcılığının ve dilinin ve kültürünün mutlak egemenliği altında istediğiniz şeyi yapabilirsiniz ama yaptıklaırnız asla bu unsurları tartışmaya açmaya veya  kendinize rakip görmeye kadar vardırılamaz. Bu, dünyanın her yerinde de böyledir.

Şimdilerde kasıtlı şekilde “ulus devlet” şeklinde söylenen  ulusal veya  millî devletin özelliği,  kendi değerler mutabakatını, kendi bildiği gibi ve kendi  diliyle yaşamak  için savaşı göze almış, bağımsız  uluslar tarafından kurulmuş olmalarıdır. Dolayısıyla  bir beraberlikten bahsedildiğinde, millî devletleri kuran  millî iradenin ve onun değerlerinin tartışılabilmesi imkânı diye bir şeyden bahsedilemez. Eğer bunları “tartışılır” veya “kabul edilemez” bulan birileri olursa, millî devlet onlara göre şekillendirilerek, değerleri, siyasi yapısı ve toprak bütünlüğü bölünerek o kişilerin rızası aranmaz, o kişiler dışlanır veya onlara savaş açılır. Bundan dolayı aslolan “Ne pahasına olursa olsun beraber yaşamak” değildir. Aslolan beraber yaşamanın şartlarını oluşturmuş ulusal yapının koyduğu şartlara saygı ve bağlılık ile yaşamaktır.

Beraber yaşamak istemeyenlerin kaprislerine ve ihtiraslarına razı olarak bir uzlaşma sağlanamaz. Buna ancak “teslim olmak” denir ki bu da ancak ya tartışılmaz bir yenilgi veya yok olmakla mümkündür. Bizimle bizim şartlarımızda beraber olmayı kendilerine yediremeyenler varsa bu yüzden onları yok edilmesi gereken  düşmanlar saymamız en doğal hakkımızdır. Demokrasi, insanın düşmanıyla beraber yaşamaya halk oyu ile zorlanması değildir. Bu yüzden bizi istemeyenler için iki seçenek vardır, ya bizi tartışmasız şekilde yenerler veya yok ederler veya bunu yapmak için harekete geçtiklerinde yok edilmekten şikayet etmezler.


Hiç yorum yok: