8 Temmuz 2011 Cuma

Ahlâkın Siyasal Dincilik Ve Cemaat Yapılanmasıyla Varoluşsal Çelişkisi


 “Muhafazakâr demokrat” olmak iddiasındaki bir siyasetçimizin “ Hayat seks ve içkiden ibaret değildir!” sözü  üzerinde yeterince düşünülmediği kanaatindeyim.

Hayatının temeline dini yerleştirmiş gibi görünen bir insanın   “mantığı” için tutarlı bir sözdü bu.

Sorun, “hayatın temeline dini yerleştirmenin” ne anlama geldiğidir.

Hayatın temeline dini yerleştirmenin iki yönü vardır:

Birincisi hayatı dinin  esaslarına göre anlamlandırmak

İkincisi  insanın varoluşsal gereği olan “ahlâkı” dine göre belirlemek.

Burada  “siyasal dinciliğin” veya Yaşar Nuri’nin sade anlatımıyla “dinciliğin” anlamına ulaşıyoruz.

Din olarak kendi ülkemdeki,  kendi benimsediğim İslamiyet’i esas aldığımda, gördüğüm şudur: İslamiyet yukarıda  gözlemlediğimiz iki esas için de bireyi hedeflemiştir. Yani hayatın anlamlarını  belirlemek ve ahlâkın  temeline dini koymak işinin öznesi bireydir, toplum değil!

Siyasal dincilik veya kısaca dincilik ise  merkeze, toplumu/ kollektiviteyi alır. Dincilikte, din birey için değildir. Bireyin, dincilikte bir yeri yoktur. Birey için gelen bir şey bireyin toplum tarafından kullanılmasının aracı haline getirilmiştir. Siyasal dinciliğin özü siyasi olmasından da ziyade,  anlam belirleme ve ahlâkı seçmek işini  topluluğa dayatmak amacından kaynaklanmaktadır. Siyasal dincilik veya dincilik, kaba bir zor kullanımından öte, bir vicdan ve akıl rehinciliğidir.

Dinin özünde, bireyin kendi aklı ve yeteneği kadarı ile sorumluluğu esasken, dincilikte,  din, bireyin asla erişemeyeceği bir yüksek ideal haline getirilir. Öyle ki artık birey kendi başına dini yaşamaktan vazgeçer ve ulaşılması bu imkânsız idealin ancak  herhangi “imamın”  liderliğindeki cemaat yaşantısına kayıtsız şartsız uymakla yaşanabileceği sonucuna ulaşır. Bir cemaat önderinin “ Zaten Müslümanlığa pamuk ipliğiyle bağlıyız!” demesine hiçbir Müslüman’ın vicdanının tepki göstermemesi bundan kaynaklanmakta… Çünkü Müslümanlar akıllarıyla olduğu kadar vicdanlarıyla da  kendilerinden vazgeçerek , ruhlarını cemaatin/topluluğun/ kollektivitenin malı haline getirmişlerdir.

Dinci yaşantıda hayatın anlamı konusunda, cemaat mensubunun  yapabileceği tek şey, cemaatin önderi her kimse onun hayattan anladığını peşinen doğru ve tartışılmaz kabul etmek ve böylece  garantili bir mutluluğu elde edeceğine inanmaktan ibarettir. Gerçi cemaat/topluluk yaşantısının temeli mutluluğu aramak değil,  sürekli,  ve garantili şekilde ıstıraptan uzak kalabilmek, kaçabilmektir. Bir cemaat/topluluk mensubu için hayat mutluluğun fırsat kelebeklerinin yakalanması değil, acı dolu  ve çirkin bir ortamdan, cemaat beraberliğine sığınılabilen zamanlardan ibarettir.

Dolayısıyla siyasal dincilik her türlü vasıtayla önce anlam dağarcıklarını aynılaştırmaya, bireysel algıları köreltmeye,  yapılan işlerin anlamları üzerinde bireysel düşünmek kabiliyetini yok etmeye çalışır. Bugün kadın nüfusunun inanılmaz oranda, İran’da bile görülmeyen bir örtünme aşırılığına sapmasında, öncelikle cemaat kabulü uğruna bireysel algılama ve muhakemeden vazgeçmek tutkusunu görebiliriz.

İşin ikinci aşaması geniş kitlelerin güdülmesi için asıl kullanılan aşamadır: Ahlâk hakkında bireysel seçimlerin ilgası.

Siyasal dincilik, ahlâk konusunda  ferdi tam anlamıyla güvenilmez  bulur. Ona göre “herkes kafasına göre  yaşayamaz, yaşamamalıdır!” Dincilere göre bir Müslüman ancak dinin emirlerine göre yaşarsa Müslüman olarak kalabilir.

 Soru şudur: Bir Müslüman’ın Müslüman olarak kalması konusunda  diğer Müslümanların ne gibi bir yetkisi ve sorumluluğu vardır? Veya… Bir Müslüman’ın dinden kaynaklanan sorumluluğu diğer Müslümanlara mı yoksa sadece Allaha karşı mıdır? Oysa bu soru genellikle  görmezden gelir ki din sahibi olmanın bütün anlamı bu soruda saklıdır. Bu soruya cevap vermeksizin bir İslâm ahlâkından bahsetmek de aslında anlamsızdır.

Bunun sebebi öncelikle İslâmiyet’in kesin bir şekilde bireye dayanan ve bireyi amaçlayan bir din olması, ikincisi de sorumluluğun açık ve net şekilde bireye ait  ve Allah’a karşı olduğu hakikatinin, imanın temelini teşkil etmesidir. Yani inanan veya inanmayan bireydir.. İnanan bireyin bütün işlerinin, aklının ve vicdanının tek nihaî  yargı mercii Allahtır! Bu öyle tartışılmaz bir gerçektir ki siyasal dincilik, şeytani iktidar hırsı için bu gerçeği haykıran insanlara asırlarca kin kusmuştur ki en  acı örneği  İmam-ı Âzam  Ebu Hanifedir.

Dinin bireysel olması, bireyin, günahı da sevabı da iradesiyle işleyebilmesi kabulüne dayanır. Dolayısıyla “ahlâkî” olanı, bireyin seçmesi,  bireyin imanının gereğidir. Eğer birey, kendi aklı ve vicdanı ile  neye iman etmesi gerektiğini kendisi belirleyemiyorsa,  ahlâkî olarak da sorumlu tutulamaması gerekir.
Dincilik, bireye, neye, nasıl iman etmesi gerektiğini dayatır. Dolayısıyla ona  “ahlâkını seçmek” imkânını vermez.

O halde “Hangi ahlâk?” sorusuna bir cevap vermeliyiz. Bu soruya kesinlikle şöyle cevap verebiliriz ki ahlâk tektir ve o da ancak ve yalnız “ Zarar vermemek iradesidir.” Ahlâkın bu tanımı, dinlerin ve ideolojilerin bize vaaz ettikleri mutluluk kaynağı iyi davranışların asgari  ve tek müştekidir. Dolayısıyla ahlâk bir şekil işi değildir.

Oysa dincilik, ahlâkı, dinin emrettiği şekillere uygunlukla tanımlamaktadır. Bir siyasetçimizin “  Başı açık kadın perdesiz eve benzer, perdesiz ev de ya satılıktır  ya da kiralıktır! gibi  gayet kötü ve bayağı bir cümle sarf ederken  düşündüğü tam olarak budur. Ona göre, başını örten kadın ahlâklı, örtmeyen kadın ahlâksızdır.  Toplumun genelindeki anlam kaybı ve  ahlâki seçim yoksunluğu, bu söze hiçbir  dindar Müslüman’ın itiraz etmemesiyle  korkunç bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Burada  dinciliğin, bir takım  din profesyonellerinin veya cemaat önderlerinin dinden anladıkları şeylere kayıtsız şartsız uyarak şekillerle kendilerini diğerlerinden ayırarak ahlâkî asgari gerekliliği yerine getirdikleri kanaatini görürüz. Cemaat mensubu, gömleği dışarıda bırakmak,  badem bıyık bırakmak, saçı ortadan ayırmak, başörtüsü takmak, pardösü giymek,  haremlik-selâmlık oturmak, belli kesimlerde pantolon giymek, belli konuşma şekillerine uymakla,  “ahlâklı davrandığını” sanmaktadır.

Bunlara mukabil, başı açık kadınları “satılık veya kiralık” diye nitelendirmekteki, bühtan ve tahkiri Müslüman ahlâkıyla bağdaştırabilmektedir.

İslamî terimleri ticari rekabetin aracı haline getirmekteki aldatmacayı  ahlâken yargılamamaktadır.

Dinin siyasetin aracı haline  getirilmesinin bir istismar, bir suiistimal olduğunu görmezden gelmekte, bu durumun ahlâkî muhakemesini yapmaya yanaşmamaktadır.

Siyasî dinciliğin, kendi görüşünü paylaşmayanlara yönelttiği nefret ifadelerinden hiç bir rahatsızlık duymamakta, insanları  ahlâkın “ Zarar vermemek” temeline göre değerlendirmek yerine, parti liderinin veya cemaat önderinin emirlerine göre yargılamakta, vicdanen hiçbir sıkıntı görmemektedir.

Çünkü cemaat mensubu, kendi aklına ve vicdanına sahip olmayan, olmak da istemeyen insandır. Çünkü kendi cemaatinin kayıtsız, şartsız egemenliği dışında bir adaletin olamayacağı kesin inancına saplanmıştır. O, din adına önce kendi din kardeşlerini yok etmeyi kendi ahlâkının temeli sayan bir köledir.

Din üzerindeki siyasi tasalluta engel olunmalıdır. Ahlâkın herkesin kendi sorumluluğu olduğu, kendi aklının ve vicdanının eseri olduğu cemaat kolaycılığına rağmen insanlara anlatılmalıdır.  Aklı ve vicdanı,  badem bıyıklı bir vestiyere teslim ederek askıya almanın hiçbir şeyi çözmeyeceğini anlayamayan  bir Müslüman ne  bu dünyada  mutluluğu bulabilir ne de çevresini mutlu edebilir; o, ancak “Müjdelemeyen ve nefret ettiren” biri olarak kalacaktır.



Hiç yorum yok: