Bazen olumlu düşünmek gerçekten çok zor. Hele de olumsuzluğun “mantık” yerine konduğu günümüz yaşantısı içinde…
Pollyana ile dalga geçmek akıllılık addediliyor günümüzde… Hani, neredeyse hepimize “Ölmeye yatın!” diyecekler!
Hayatın değeri ile ilgili kişisel bir kavrayış geliştirmek sürekli ama sürekli engelleniyor sanki…
Neden bu kanaate vardım? Şuradan: Kitaplarıyla milyonlar kazanan edebiyatçıların bazıları, kendi toplumlarının yerleşik değerlerini vandalca bir zevkle yıkmak için midir nedir tuhaf şeyler yazıyorlar. İşte önümde Chuck Palahniuk’un “Tekinsiz’i” var.
İçine şöyle bir bakınca hep en iğrenç yönlerimiz, iğrenç kaçışlarımız, halının altına süpürülen şeyler var. “Bunlar gerçek değil mi ama?” denebilir. Şüphesiz öyle peki ama meselâ çok merak ediyorum: Yeniyetme bir gencin havuz fitlersi üzerine oturup kendini tatmin etmesinin ayrıntıları bize ne kazandırır? Bize ne gibi “bedii” bir zevk verir?
Yoksa yeni edebiyat tamamen pornografiden mi ibaret? O halde onu yapmanın ne gibi bir özelliği kalıyor ki? Her şeyden önemlisi batılı yazarların kendi toplumlarına duyduklarını sandığım bu büyük nefretin sebebi ne?
Meselâ hızla yaşlanan bir yeniyetmenin, çevresindeki kadınları kandırıp onlardan para sızdırmasından bahseden bir öykü… Kandırılan kadınlarla “aptal melekler” olarak dalga geçiliyor. Kendilerince hayatlarına bir anlam katmaya çalışan kadınlar küçümseniyor ve hikâyemizin kahramanı zayıflığıyla şantaj yapan bir alçak oluveriyor.
Edebiyatta şüphesiz anti-kahramanlar da varır ama bunlar kahramanların yerini almaya başladığı zaman kendimize durup sormalıyız: Edebiyatçılar bir gün o tiplerin normal” hale gelip sokaklarda dolaştığı zamanda sokağa çıkmak isterler miydi?
Şu anti-kahraman olayında en sevdiğim örnek E. Howard’ın Conan’ıdır. Conan başlangıçta yalnız kendisini düşünen ve kendisinden başka kimseye bir yararı olmayan bir savaşçıdır. Dikkat ederseniz Conan bile zaman içinde bir kahramana dönüşmüştür.
Çünkü bu, işin tabiatıdır. Eğer insanlara özenecekleri bir kahraman vermezseniz, onlara alçaklara boyun eğmelerini söylüyorsunuz demektir. O zaman, kötülüğün mutlak ve yıkılamaz olduğunu söylüyorsunuz demektir.
Her şeyden önce kahraman “ideal” anlamda iyi olamasa bile en nihayetinde mutlaka iyiliğe bağlı kalmalıdır. Buna en güzel bir başka örnek de bence “İnfazcı” (Punisher)dır.
Salt intikam arzusuyla yanan Frank Castle sığındığı kenar mahalle evinde dahi kendine bir aile edinir. Çünkü bağlanmak, sevgi ve vefa kötülüğün kavrayışını her zaman aşmış ve aşacak kavramlardır. Çünkü bunlar yaşamamız için bize sebep verirler, oysa kötülük salt kötülük dışında hiçbir sebep taşımaz ve bu da hiçlikten başka bir şey değildir.
Chuck Palahniuk’tan çevrilen “Dövüş Kulübü” dahi, her şeyin yıkıldığı bitişine rağmen kahramanının zihinsel anlamda kendi bütünlüğünü sağlamasını anlatır.
Yazı eğer geride bir torba dışkı bırakacaksa bile o dışkıdan bir çiçeğin yeşerdiğinden mutlaka bahsetmelidir. Hayatın yaşanmaya değer olduğundan bahsetmeyen şeyleri sevmiyorum… Yanılıyor olsam bile ne fark eder ki?
Pollyana ile dalga geçmek akıllılık addediliyor günümüzde… Hani, neredeyse hepimize “Ölmeye yatın!” diyecekler!
Hayatın değeri ile ilgili kişisel bir kavrayış geliştirmek sürekli ama sürekli engelleniyor sanki…
Neden bu kanaate vardım? Şuradan: Kitaplarıyla milyonlar kazanan edebiyatçıların bazıları, kendi toplumlarının yerleşik değerlerini vandalca bir zevkle yıkmak için midir nedir tuhaf şeyler yazıyorlar. İşte önümde Chuck Palahniuk’un “Tekinsiz’i” var.
İçine şöyle bir bakınca hep en iğrenç yönlerimiz, iğrenç kaçışlarımız, halının altına süpürülen şeyler var. “Bunlar gerçek değil mi ama?” denebilir. Şüphesiz öyle peki ama meselâ çok merak ediyorum: Yeniyetme bir gencin havuz fitlersi üzerine oturup kendini tatmin etmesinin ayrıntıları bize ne kazandırır? Bize ne gibi “bedii” bir zevk verir?
Yoksa yeni edebiyat tamamen pornografiden mi ibaret? O halde onu yapmanın ne gibi bir özelliği kalıyor ki? Her şeyden önemlisi batılı yazarların kendi toplumlarına duyduklarını sandığım bu büyük nefretin sebebi ne?
Meselâ hızla yaşlanan bir yeniyetmenin, çevresindeki kadınları kandırıp onlardan para sızdırmasından bahseden bir öykü… Kandırılan kadınlarla “aptal melekler” olarak dalga geçiliyor. Kendilerince hayatlarına bir anlam katmaya çalışan kadınlar küçümseniyor ve hikâyemizin kahramanı zayıflığıyla şantaj yapan bir alçak oluveriyor.
Edebiyatta şüphesiz anti-kahramanlar da varır ama bunlar kahramanların yerini almaya başladığı zaman kendimize durup sormalıyız: Edebiyatçılar bir gün o tiplerin normal” hale gelip sokaklarda dolaştığı zamanda sokağa çıkmak isterler miydi?
Şu anti-kahraman olayında en sevdiğim örnek E. Howard’ın Conan’ıdır. Conan başlangıçta yalnız kendisini düşünen ve kendisinden başka kimseye bir yararı olmayan bir savaşçıdır. Dikkat ederseniz Conan bile zaman içinde bir kahramana dönüşmüştür.
Çünkü bu, işin tabiatıdır. Eğer insanlara özenecekleri bir kahraman vermezseniz, onlara alçaklara boyun eğmelerini söylüyorsunuz demektir. O zaman, kötülüğün mutlak ve yıkılamaz olduğunu söylüyorsunuz demektir.
Her şeyden önce kahraman “ideal” anlamda iyi olamasa bile en nihayetinde mutlaka iyiliğe bağlı kalmalıdır. Buna en güzel bir başka örnek de bence “İnfazcı” (Punisher)dır.
Salt intikam arzusuyla yanan Frank Castle sığındığı kenar mahalle evinde dahi kendine bir aile edinir. Çünkü bağlanmak, sevgi ve vefa kötülüğün kavrayışını her zaman aşmış ve aşacak kavramlardır. Çünkü bunlar yaşamamız için bize sebep verirler, oysa kötülük salt kötülük dışında hiçbir sebep taşımaz ve bu da hiçlikten başka bir şey değildir.
Chuck Palahniuk’tan çevrilen “Dövüş Kulübü” dahi, her şeyin yıkıldığı bitişine rağmen kahramanının zihinsel anlamda kendi bütünlüğünü sağlamasını anlatır.
Yazı eğer geride bir torba dışkı bırakacaksa bile o dışkıdan bir çiçeğin yeşerdiğinden mutlaka bahsetmelidir. Hayatın yaşanmaya değer olduğundan bahsetmeyen şeyleri sevmiyorum… Yanılıyor olsam bile ne fark eder ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder