Elimde bir dergi var, adı: “Beyaz Gemi”. 25. Sayısını çıkarmış…
Alaattin KARACA adlı yazarın “Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı celal Romanında Araplar, İslâm ve Hilâfet” adlı bir inceleme yazısı dikkatimi çekti.
Yazarımız eleştirisine, Burhan Cahit ile ilgili hepsi övgü dolu olan düşünceleri aktararak başlıyor.
Daha sonra derhal romanın aslında edebî bir değer taşımadığını Şu cümleyle ispatlayıveriyor: “ İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok.”
Demek ki iyi bir edebî eserin ölçüsü bir ana öyküsünün olup olmaması? Bana öyle geliyor ki yazarımız “Foucault Sarkacı” gibi bir demir leblebiyi okusa, onu da bu anlayışla anında çöpe yollayabilirdi. Burada üstü örtülü olarak romanın bir aşk ilişkisini anlatan bölümlerini küçümseyen ikircikli ve kıskanç muhafazakârlıkla “Sonra Şeyh Sadun’un kızı arz-ı endam ediyor tüm şuhluğuyla; ancak Yüzbaşı’yla kısa bir aşk macerası yaşadıktan sonra da son sahneye kadar ortaya çıkmıyor bir daha” diyerek bütün romanlarda bir “Huzur Sokağı” taassubu aradığını belli ediyor. Sanırım yazarımız, Burhan Cahit’in romanını nasıl kurgulaması gerektiğine, kendisinin karar verebileceğini düşünüyor.
Eleştirmenin bundan sonraki satırlarında, “ metnin bölük pörçüklüğünü” ispata yönelik örneklemeler dışında hiçbir edebî eleştirisi bulunmuyor. Koskoca yazıda metnin edebî değeriyle ilgili iki tane hüküm cümlesi var onlar da şunlar: “ İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok”… “Yapıt edebî açıdan değerli değil ancak saltanatın ardından kurulan ulus-devletin, Cumhuriyetin temel düşüncelerini, Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine karşı alınan tavrı yansıtması bakımından ayrı bir önem taşıyor”
Eleştirinin belkemiğini oluşturan da zaten ikinci cümle. Yazının gerisi bu düşünceyi destekleyen alıntılarla dolu ve aynı düşünce tekrarlana tekrarlana yazı bitiyor.
Buradaki anahtar kelimeler Arap ulusu, coğrafyası ve İslam dini…
Eleştirmenin sathî, siyasal dinci tavrı bu satırlarda zaten sırıtıyor. Yazarın bu cümlesine göre Türk millî devletinin kuruluşunun dayanağı, Arap ulusuna, coğrafyasına dolayısıyla “İslâm dinine” karşı bir tavırdır!
Bir edebî eleştiriden, çok derin bir tarih bilgisi ve sosyoloji okuması beklemek belki hatadır. Ancak “dolayısıyla” kelimesiyle bağlanan Arap ulusu ve İslâm dini kavramlarının aynı şeyler olmadıklarını bilebilmek için de âlim olmaya gerek yok.
Her şeyden önce Arap ve Türk milletleri, semavî dinlerin inişlerinden önce bile var olan milletlerdir. Ayrı dilleri, ayrı kültürleri apayrı toplumsal yapıları olan bu iki büyük toplumun “milletleştiren” kültürel ağırlık merkezleri İslâm nüzul etmeden çok önce oluşmuştur. Şüphesiz İslâm bu iki millete çok şey katmıştır ama ne Arap kültürü İslâm’dan ibarettir ne de Türk’ler, İslâm’la ahlâkı tanımış bir barbarlar kitlesidir. Dolayısıyla “dolayısıyla” diyerek Arap ulusunu İslâm diniyle özdeşleştirmeye kalktığınızda hilâfeti sırtlanan, üç kıtada İslâm dinini Arap’lardan çok daha fazla yayan ve onu çok daha iyi temsil edebilmiş Türk Milleti’ni inkâr ediyorsunuz demektir.
“Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine” gibi bir ifade kullanabilmek için ulus ve din kavramlarının ayrı şeyler olduğundan bihaber olmak iktiza eder. İkinci olarak böyle bir ifade kullandığınızda toplumsal düzende dinin yeri hususunda hiç kafa yormamış okumamış olmak gerekir. Üçüncü olarak aynı dine mensup milletlerde dinin yaşanışı ve algılanışı ile ilgili hiçbir bilginiz yok demektir.
İslâm tarihinin önemli bir bölümü Arap’ların İslâm üzerindeki tekellerini korumak için Türk’lere uyguladıkları baskılar ve hatta Arap’lar dışındaki İslâm âlimlerine yönelik Arapçı baskıyla ilgilidir. Arap’lar kendi milletleri dışındaki İslâm âlimlerinin itibarıyla oynamak için onlara “mevali” demişler ve hükümlerini görmezden gelmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Konuyla ilgili olarak Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün İmamı Âzam Ebu Hanife adlı eserine müracaat edilebilir. İslâm dininde fıkıh kurumunun kurucusu bu en büyük imam dahi Arap ulusundan ve kültüründen ve coğrafyasından değildir, hayatı da Arapçılığı İslâm’a egemen kılmak isteyen siyasal dincilerin eliyle son bulmuştur.
Eleştirinin ilerleyen bölümlerinin de edebiyatla herhangi bir ilgisi zaten yok. Eleştirmenin bütün edebî bilgisinin veya ilgisinin eserin “bütünlüğü” ile ilgili olduğunu görüyoruz. Metnin geri kalan kısımları, romandan alıntılarla Burhan Cahit’in ve dolayısıyla “ulus devletin”, nasıl Arap “dolayısıyla” İslâm düşmanı olduğunu ispatlamaya çalışmasından ibaret.
Eleştirmen alıntılarda ne denmek istediğini sanki okur anlayamazmış gibi tepeden bir bakışla, Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü yok, Arap uygarlığı İlerlemeye engel, Araplardan miras kalan hilafet ve Sonuç bölümlerinde kendince bir yanlışlamaya gidiyor ama kendi hükmünün ortada olmadığını saklayamıyor. İlk olarak alıntıladığı satırları okura kendince tercüme ederek okuru aptal yerine koymasıyla ikinci olarak eleştirdiği görüşlerin aksine bir görüş beyan edip de bunu ispatlamaya gerek duymamasıyla eleştirmen, edebî eleştiri yetkinliğinden çok uzak düşmüş yazısında, zeki bir ortaokul öğrencisinin çarpık münazarasından başka bir şey sergileyemiyor.
Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü olup olmadığına bakmak çok zor değildir meselâ… Hıristiyan’ların kendi içindeki mücadelelerinde mezhepsel ayrılıkların rolü herhalde siyasal dinci ve Arapçı bir yazar olarak görünen eleştirmenin dikkatini çekmemiştir ama zahmet edip seyrederse, bu konuda çekilmiş sayısız filmlerden biri olarak “Tudors” hâlâ televizyonda oynamaktadır. Kaldı ki Türk’lerin İslâm’ı tercih edişi esnasındaki Arap ırkçılığına dair geniş malûmat da mevcuttur.
Eleştirmen, Burhan Cahit’in Arap ihanetiyle ilgili satırlarından da alıntılar yapıp bunun yanlış bir bilgilendirme olduğunu pısırıkça ve kısık sesiyle iddia etmektedir ama tarih Mekke şerifi Hüseyin’in ihanetinin , Ravza’daki Mehmetçik’e yapılanların, Filistin Cephesi’nde kör edilen on beş bin Mehmetçik’in kayıtlarıyla doludur. “Dolayısıyla” sanki Arapların hiçbir ihaneti olmamış, bize hiçbir düşmanlık göstermemişler de İslâm’ın büyük hâmisi ve temsilcisi Osmanlı Türk devleti o topraklardan kendiliğinden buharlaşmış gibi bir yaklaşımın akl-ı selim ve hakikatle hiçbir alâkası olamaz.
Eleştiri, bir metin hakkında eleştirmenin “gerekçeli hükmü” anlamına gelir. Eleştirmen kendi dünyasına göre eleştirisinin gerekçelerini ortaya koyduktan sonra hükmünü verir. Kaldı ki hermenötikle ilgilenenler için işin aslı, eleştirmenin kendi dünyası da değildir. Eleştiride işin aslı, yazarın dünyasına nüfuz edip edememektir. Bu noktada, eleştirmenin asıl işi, yazarın ne yapmaya çalıştığıyla ve bunun ne kadarını yapabildiğiyle ilgili güçlü bir kanaat geliştirmeye çalışmaktır. Yazarlar eleştirmenlerin standartlarına göre yazmaz. Aksi takdirde her yazar aynı şeyi, aynı şekilde yazardı. Bu açıdan eleştiri belki çok gene estetik bir takım değerleri göz önünde bulundurmakla beraber bir “ideal” yazar tasvir edemez, etmemelidir. Peki bir eleştiri iddiasıyla yazılmış metninde Alaattin KARACA bunun kıyısından geçiyor mu? Maalesef hayır. O, kendince, aklındaki tek “bedaet” ölçüsüne göre bir-iki satırlık cümleleriyle metnin itibarını yok edip sonra da romanın kendi tarih felsefesine göre eleştirisini yapmaya çalışmaktadır.
Yazının hacimce büyük kısmı, Burhan Cahit’in romanından alıntılara ayrılmış. Eleştirmen böylece sanırım, ne kadar seçici ve gayretli olduğunu göstermeye çalışmış. Ama dikkat edildiğinde görülüyor ki bu alıntılar hakkındaki sorgulamalar iki üç cümleyi geçmiyor.
Dolayısıyla açık ve net şekilde bu gün artık bilinen Arap ihaneti ve Arapların Türk düşmanlığı ortadayken o dönemi bütün acılarıyla yaşamış ve bir Türk imparatorluğunun çöküşüne şahit olmuş yazarı, bu günkü yarım yamalak ve asılsız tarih malumatıyla eleştirmeye kalkmak haddini bilmezliktir. Kaldı ki eleştirmen, Arap ihanetinin olmadığına dair ne bir kaynak gösterebilmekte ne de buna dair bir hüküm beyan edebilmektedir.
Sonuç bölümündeki şu satırlar önemlidir: “ Şimdi düşünüyorum, temel savları, İslâm kültür ve coğrafyasına karşı olan bu tür romanlar, o dönemden itibaren okur kitlelerinin zihninde, Türkiye Cumhuriyeti ile İslâm kültür ve coğrafyası arasında bir mayın tarlası oluşturma işlevi de yüklenmiş miydi?”… “Şimdi yirmi birinci yüzyıldayız. Türkiye ile Suriye sınırı arasındaki mayınlı bölgenin temizlenmesine karar verildi, iki ülkenin arasındaki vize kalktı. Artık yeni romanlar yazılmalı, değil mi?”
Eleştirmenin, “düşündüğünden” bahsetmesi sevindiricidir; çünkü sözde “eleştiri” boyunca bunun herhangi bir belirtisini göstermemiştir. İslâm kültür ve coğrafyasına, Türk ülkesini dahil etmemesi de ilginçtir. Eleştirmen İslam kültür ve coğrafyasını bir kere daha Arap coğrafyası ve kültürüyle özdeşleştirmekte ve daha kötüsü homojen bir İslâm kültüründen bahsedilemeyeceğini dahi bilmemekte veya daha kötüsü, biliyorsa, gizlemeye kalkmaktadır. Bunun yanında eleştirmenin, Burhan Cahit’i ve Türk devletini sanki yabancı bir yazar ve yabancı bir devlet gibi sunması da ham siyasal İslâmcı enternasyonalizm kokuyor.
Burhan Cahit’i eleştiren Alaatin Karaca’ya, Lübnan parlamentosunda Ermeni yalanlarının neden desteklendiğini, Mısır’ın neden “Türkiye işimize karışmasın!” diyerek restini çektiğini, Irak coğrafyasında Türkmen’lerin neden yok sayıldığını, canlarının ve mallarının her gün yok edildiğini, bir başka İslam coğrafyası olan İran’da nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Türk’lerin nasıl baskılandığını, Arap coğrafyasında genel olarak Türk’lere duyulan hislerin neler olduğunu sormak gerekmiyor mu?
Son olarak… Suriye ile vizenin kalkmasından sonra başka romanlar yazılmasını öneren Karaca herhalde Hatay’ın neden hâlâ Suriye haritalarında, Suriye topraklarında gösterildiğini de açıklamak ister?
Alaattin KARACA adlı yazarın “Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı celal Romanında Araplar, İslâm ve Hilâfet” adlı bir inceleme yazısı dikkatimi çekti.
Yazarımız eleştirisine, Burhan Cahit ile ilgili hepsi övgü dolu olan düşünceleri aktararak başlıyor.
Daha sonra derhal romanın aslında edebî bir değer taşımadığını Şu cümleyle ispatlayıveriyor: “ İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok.”
Demek ki iyi bir edebî eserin ölçüsü bir ana öyküsünün olup olmaması? Bana öyle geliyor ki yazarımız “Foucault Sarkacı” gibi bir demir leblebiyi okusa, onu da bu anlayışla anında çöpe yollayabilirdi. Burada üstü örtülü olarak romanın bir aşk ilişkisini anlatan bölümlerini küçümseyen ikircikli ve kıskanç muhafazakârlıkla “Sonra Şeyh Sadun’un kızı arz-ı endam ediyor tüm şuhluğuyla; ancak Yüzbaşı’yla kısa bir aşk macerası yaşadıktan sonra da son sahneye kadar ortaya çıkmıyor bir daha” diyerek bütün romanlarda bir “Huzur Sokağı” taassubu aradığını belli ediyor. Sanırım yazarımız, Burhan Cahit’in romanını nasıl kurgulaması gerektiğine, kendisinin karar verebileceğini düşünüyor.
Eleştirmenin bundan sonraki satırlarında, “ metnin bölük pörçüklüğünü” ispata yönelik örneklemeler dışında hiçbir edebî eleştirisi bulunmuyor. Koskoca yazıda metnin edebî değeriyle ilgili iki tane hüküm cümlesi var onlar da şunlar: “ İlkin, edebî açıdan başarılı, iyi bir roman değil Yüzbaşı Celal. Çünkü dağınık, parça parça ve bir ana öyküsü yok”… “Yapıt edebî açıdan değerli değil ancak saltanatın ardından kurulan ulus-devletin, Cumhuriyetin temel düşüncelerini, Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine karşı alınan tavrı yansıtması bakımından ayrı bir önem taşıyor”
Eleştirinin belkemiğini oluşturan da zaten ikinci cümle. Yazının gerisi bu düşünceyi destekleyen alıntılarla dolu ve aynı düşünce tekrarlana tekrarlana yazı bitiyor.
Buradaki anahtar kelimeler Arap ulusu, coğrafyası ve İslam dini…
Eleştirmenin sathî, siyasal dinci tavrı bu satırlarda zaten sırıtıyor. Yazarın bu cümlesine göre Türk millî devletinin kuruluşunun dayanağı, Arap ulusuna, coğrafyasına dolayısıyla “İslâm dinine” karşı bir tavırdır!
Bir edebî eleştiriden, çok derin bir tarih bilgisi ve sosyoloji okuması beklemek belki hatadır. Ancak “dolayısıyla” kelimesiyle bağlanan Arap ulusu ve İslâm dini kavramlarının aynı şeyler olmadıklarını bilebilmek için de âlim olmaya gerek yok.
Her şeyden önce Arap ve Türk milletleri, semavî dinlerin inişlerinden önce bile var olan milletlerdir. Ayrı dilleri, ayrı kültürleri apayrı toplumsal yapıları olan bu iki büyük toplumun “milletleştiren” kültürel ağırlık merkezleri İslâm nüzul etmeden çok önce oluşmuştur. Şüphesiz İslâm bu iki millete çok şey katmıştır ama ne Arap kültürü İslâm’dan ibarettir ne de Türk’ler, İslâm’la ahlâkı tanımış bir barbarlar kitlesidir. Dolayısıyla “dolayısıyla” diyerek Arap ulusunu İslâm diniyle özdeşleştirmeye kalktığınızda hilâfeti sırtlanan, üç kıtada İslâm dinini Arap’lardan çok daha fazla yayan ve onu çok daha iyi temsil edebilmiş Türk Milleti’ni inkâr ediyorsunuz demektir.
“Arap ulusuna, coğrafyasına ve kültürüne; dolayısıyla İslâm dinine” gibi bir ifade kullanabilmek için ulus ve din kavramlarının ayrı şeyler olduğundan bihaber olmak iktiza eder. İkinci olarak böyle bir ifade kullandığınızda toplumsal düzende dinin yeri hususunda hiç kafa yormamış okumamış olmak gerekir. Üçüncü olarak aynı dine mensup milletlerde dinin yaşanışı ve algılanışı ile ilgili hiçbir bilginiz yok demektir.
İslâm tarihinin önemli bir bölümü Arap’ların İslâm üzerindeki tekellerini korumak için Türk’lere uyguladıkları baskılar ve hatta Arap’lar dışındaki İslâm âlimlerine yönelik Arapçı baskıyla ilgilidir. Arap’lar kendi milletleri dışındaki İslâm âlimlerinin itibarıyla oynamak için onlara “mevali” demişler ve hükümlerini görmezden gelmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Konuyla ilgili olarak Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün İmamı Âzam Ebu Hanife adlı eserine müracaat edilebilir. İslâm dininde fıkıh kurumunun kurucusu bu en büyük imam dahi Arap ulusundan ve kültüründen ve coğrafyasından değildir, hayatı da Arapçılığı İslâm’a egemen kılmak isteyen siyasal dincilerin eliyle son bulmuştur.
Eleştirinin ilerleyen bölümlerinin de edebiyatla herhangi bir ilgisi zaten yok. Eleştirmenin bütün edebî bilgisinin veya ilgisinin eserin “bütünlüğü” ile ilgili olduğunu görüyoruz. Metnin geri kalan kısımları, romandan alıntılarla Burhan Cahit’in ve dolayısıyla “ulus devletin”, nasıl Arap “dolayısıyla” İslâm düşmanı olduğunu ispatlamaya çalışmasından ibaret.
Eleştirmen alıntılarda ne denmek istediğini sanki okur anlayamazmış gibi tepeden bir bakışla, Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü yok, Arap uygarlığı İlerlemeye engel, Araplardan miras kalan hilafet ve Sonuç bölümlerinde kendince bir yanlışlamaya gidiyor ama kendi hükmünün ortada olmadığını saklayamıyor. İlk olarak alıntıladığı satırları okura kendince tercüme ederek okuru aptal yerine koymasıyla ikinci olarak eleştirdiği görüşlerin aksine bir görüş beyan edip de bunu ispatlamaya gerek duymamasıyla eleştirmen, edebî eleştiri yetkinliğinden çok uzak düşmüş yazısında, zeki bir ortaokul öğrencisinin çarpık münazarasından başka bir şey sergileyemiyor.
Uluslar arası ilişkilerde dinin rolü olup olmadığına bakmak çok zor değildir meselâ… Hıristiyan’ların kendi içindeki mücadelelerinde mezhepsel ayrılıkların rolü herhalde siyasal dinci ve Arapçı bir yazar olarak görünen eleştirmenin dikkatini çekmemiştir ama zahmet edip seyrederse, bu konuda çekilmiş sayısız filmlerden biri olarak “Tudors” hâlâ televizyonda oynamaktadır. Kaldı ki Türk’lerin İslâm’ı tercih edişi esnasındaki Arap ırkçılığına dair geniş malûmat da mevcuttur.
Eleştirmen, Burhan Cahit’in Arap ihanetiyle ilgili satırlarından da alıntılar yapıp bunun yanlış bir bilgilendirme olduğunu pısırıkça ve kısık sesiyle iddia etmektedir ama tarih Mekke şerifi Hüseyin’in ihanetinin , Ravza’daki Mehmetçik’e yapılanların, Filistin Cephesi’nde kör edilen on beş bin Mehmetçik’in kayıtlarıyla doludur. “Dolayısıyla” sanki Arapların hiçbir ihaneti olmamış, bize hiçbir düşmanlık göstermemişler de İslâm’ın büyük hâmisi ve temsilcisi Osmanlı Türk devleti o topraklardan kendiliğinden buharlaşmış gibi bir yaklaşımın akl-ı selim ve hakikatle hiçbir alâkası olamaz.
Eleştiri, bir metin hakkında eleştirmenin “gerekçeli hükmü” anlamına gelir. Eleştirmen kendi dünyasına göre eleştirisinin gerekçelerini ortaya koyduktan sonra hükmünü verir. Kaldı ki hermenötikle ilgilenenler için işin aslı, eleştirmenin kendi dünyası da değildir. Eleştiride işin aslı, yazarın dünyasına nüfuz edip edememektir. Bu noktada, eleştirmenin asıl işi, yazarın ne yapmaya çalıştığıyla ve bunun ne kadarını yapabildiğiyle ilgili güçlü bir kanaat geliştirmeye çalışmaktır. Yazarlar eleştirmenlerin standartlarına göre yazmaz. Aksi takdirde her yazar aynı şeyi, aynı şekilde yazardı. Bu açıdan eleştiri belki çok gene estetik bir takım değerleri göz önünde bulundurmakla beraber bir “ideal” yazar tasvir edemez, etmemelidir. Peki bir eleştiri iddiasıyla yazılmış metninde Alaattin KARACA bunun kıyısından geçiyor mu? Maalesef hayır. O, kendince, aklındaki tek “bedaet” ölçüsüne göre bir-iki satırlık cümleleriyle metnin itibarını yok edip sonra da romanın kendi tarih felsefesine göre eleştirisini yapmaya çalışmaktadır.
Yazının hacimce büyük kısmı, Burhan Cahit’in romanından alıntılara ayrılmış. Eleştirmen böylece sanırım, ne kadar seçici ve gayretli olduğunu göstermeye çalışmış. Ama dikkat edildiğinde görülüyor ki bu alıntılar hakkındaki sorgulamalar iki üç cümleyi geçmiyor.
Dolayısıyla açık ve net şekilde bu gün artık bilinen Arap ihaneti ve Arapların Türk düşmanlığı ortadayken o dönemi bütün acılarıyla yaşamış ve bir Türk imparatorluğunun çöküşüne şahit olmuş yazarı, bu günkü yarım yamalak ve asılsız tarih malumatıyla eleştirmeye kalkmak haddini bilmezliktir. Kaldı ki eleştirmen, Arap ihanetinin olmadığına dair ne bir kaynak gösterebilmekte ne de buna dair bir hüküm beyan edebilmektedir.
Sonuç bölümündeki şu satırlar önemlidir: “ Şimdi düşünüyorum, temel savları, İslâm kültür ve coğrafyasına karşı olan bu tür romanlar, o dönemden itibaren okur kitlelerinin zihninde, Türkiye Cumhuriyeti ile İslâm kültür ve coğrafyası arasında bir mayın tarlası oluşturma işlevi de yüklenmiş miydi?”… “Şimdi yirmi birinci yüzyıldayız. Türkiye ile Suriye sınırı arasındaki mayınlı bölgenin temizlenmesine karar verildi, iki ülkenin arasındaki vize kalktı. Artık yeni romanlar yazılmalı, değil mi?”
Eleştirmenin, “düşündüğünden” bahsetmesi sevindiricidir; çünkü sözde “eleştiri” boyunca bunun herhangi bir belirtisini göstermemiştir. İslâm kültür ve coğrafyasına, Türk ülkesini dahil etmemesi de ilginçtir. Eleştirmen İslam kültür ve coğrafyasını bir kere daha Arap coğrafyası ve kültürüyle özdeşleştirmekte ve daha kötüsü homojen bir İslâm kültüründen bahsedilemeyeceğini dahi bilmemekte veya daha kötüsü, biliyorsa, gizlemeye kalkmaktadır. Bunun yanında eleştirmenin, Burhan Cahit’i ve Türk devletini sanki yabancı bir yazar ve yabancı bir devlet gibi sunması da ham siyasal İslâmcı enternasyonalizm kokuyor.
Burhan Cahit’i eleştiren Alaatin Karaca’ya, Lübnan parlamentosunda Ermeni yalanlarının neden desteklendiğini, Mısır’ın neden “Türkiye işimize karışmasın!” diyerek restini çektiğini, Irak coğrafyasında Türkmen’lerin neden yok sayıldığını, canlarının ve mallarının her gün yok edildiğini, bir başka İslam coğrafyası olan İran’da nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Türk’lerin nasıl baskılandığını, Arap coğrafyasında genel olarak Türk’lere duyulan hislerin neler olduğunu sormak gerekmiyor mu?
Son olarak… Suriye ile vizenin kalkmasından sonra başka romanlar yazılmasını öneren Karaca herhalde Hatay’ın neden hâlâ Suriye haritalarında, Suriye topraklarında gösterildiğini de açıklamak ister?
2 yorum:
Arap milletine "kavm-i necib" diyen bir çarpık zihniyetten başka bir fikir meyvesi çıkması zaten beklenemez.Bunlar köklerinden kopuk,hüda-i nabit yetişmiş sözümona aydın veya öğretim üyesi olarak saf ve bilgisizliğinden mutlu çoğunluğa böyle drajeler yutturarak zehirlemekte,aslını inkar etmeye gönüllü hale getirmektedirler.Bizim milletin yabancı hayranlığı meşhurdur.Dönem dönem değişik yabancılar aşkımızın konusu olur.Bakalım bu nereye kadar gidecek.Elinize sağlık.
Hocam, vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ediyorum.
Arap'lar kavm-i necip olsunlar da bu insanların Türk'ü nereye koyduklarını bir türlü anlayamıyoruz.
Allah sonumuzu hayreylesin.
Yorum Gönder