Trevenian’ı (Rodney William Whitaker)“Şibumi” ile tanıyanlar için bambaşka bir kitaptır, “İnci Sokağı”.
İnci Sokağı, İrlanda kökenli göçmenlerin hayal kırıklıkları, fakirlikleri, sosyal uyumsuzlukları ve bilhassa büyük buhrandaki hali ile Newyork/Albany’de çok bilinen bir mekân.
Kitapla ilgili tanıtımlarda, otobiyografik özellikler taşıdığından bahsediliyor ki bu kadar derin ve çarpıcı bir anlatımın içinde yazarın özünden bir şeyler olmaması düşünülemezdi, zaten. Öte yandan çok iyi tanınan bir çocuğun ruh halinin, bulanık suların durulduğu anlarda bulutları yansıttığı gibi yansıtmak da empatiyi aşan, doğrudan tanımayı gerektiren bir iş.
Romanın dikkat çeken özelliklerinden biri, klâsik Amerikan kısa öyküleme tekniğinden ayrılıp klâsik Avrupa anlatım tekniğine daha yakın durması. Bu açıdan bölümleri birer bağımsız öykü gibi dursa da hacim açısından uzun öyküyle roman arasında kalan bir özellik sergiliyor. Bu açıdan, ekonomik, çarpıcı ve destansı Amerikan anlatımı yerine romantik bir Avrupalılık sergiliyor, diyebiliriz.
Bazıları, fizikî mekân ve insanlık durumlarının çarpıcı şekilde yalın tasvir edilmesinden dolayı romanı naturalist olarak değerlendirebilir, elbette. Ama romanı Amerikalı kılan şey, kaskatı bir çaresizlik ortamında bile geleceğe ümitle bakan, girişimci Amerikan insanının portresine sıkı sıkıya bağlı kalması, nihilizme asla saplanmaması.
Bu açıdan roman, yer yer sınıfsal çözümlemelere giriyor gibi görünse de insanın karar alan ve irade sahibi bir canlı olduğunu unutturtmayan gene de çarpıcı sayılabilecek bölüm sonlarıyla dogmatik Marksist doktrine dirsek çeviriyor. İnsanın sınıfın kurmalı oyuncağı olmadığını, hayallerinin peşinden koşmak ve içinde bulunduğu anı güzelleştirmek için mücadele ettiğini ve emeğinin asla karşılıksız kalmadığını göstererek bulutlu göğün üstündeki maviliği bize hatırlatıyor.
Yazar, en berbat karakterleri bile bir çocuğun henüz bozulmamış masumiyetinin penceresinden, hoşgörü ve şefkât nazarıyla anlatıyor. Sanırım romanı asıl güçlü kılan da yazarın, büyümeyi, çocukluğun reddi olarak görmemesi ve çocuk saflığı ve heyecanını, öyküde anıtlaştırabilmesi…
Ders vermek iddiasında olmayan, yaşayan Türkçe’ye bağlı kalınarak yapılmış tercümesi, romanın havasını anlamamızda, en büyük paya sahip olan şey.
“İnci Sokağı”, bütün iyi metinler gibi bittikten sonra kafanızda kendi fotoğrafını bırakıyor. Hayatın ümitli bir şey olduğunu, sürdüğünü ve herkesin mücadelesinin, aslında insanlığı sürdüren yegâne şey olduğunu gayet sade ve heyecanlı bir dille anlatıyor. Bazılarına iddialı gibi görünse ve kronoloji beni yalanlasa da “İnci Sokağı’nın” , “Şibumi’nin” felsefî ve edebî öncülü sayılabileceğini düşünüyorum. Çünkü aynı edebi dünyanın iki eserinden “İnci Sokağı’nda” yazar, "Şibumi’nin" süper kahramanının gerçek kökenlerini adeta ortaya çıkarır. Düştükçe her seferinde ayağa kalmayı başaran çocuk kahramanıyla “İnci Sokağı” bize kurulmuş bir hayal kahramanının gerçek portresini sunar gibidir.
“İnci Sokağı” edebî ağırlığı ve damağımızda bıraktığı, cidden asil lezzetiyle kütüphanede bulundurmaktan gurur duyulacak bir kitap…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder