Hakkında ne kadar çok yazılsa gene de yetersiz kalacak bir film “Gran Torino”… ne kadar çok seyredilirse seyredilsin hep bir kere daha içinizi sızlatacak bir film.
Ne Kirli Harry’nin sokaklar boyunca süren kovalamacaları ne ABD başkanına suikast plânları… Öykü, kısa öykünün anavatanında n bir mütevazı hayat anlatısı…
Konunun ne olduğunun önemi yok. Ama konunun nasıl anlatıldığının büyük önemi var…. Karakterdeki çarpıcı dönüşümün nasıl akılcı bir mecraya sokulduğunun önemi var. Ve belki en önemlisi ancak Clint Eastwood’un oynayabileceği bir dönüşüm var.
Yapım tasarımı için söylenecek hiçbir şey yok. Çünkü burada neredeyse bir zen bilinciyle, hiçbir şey yapmamak için uğraşılmış. Bahçelerin bakımsızlığı, evlerin badanaları yıpranmış cepheleri, çatlak kaldırımlı sokaklar ve gerçek hayatın en gerçek haliyle bir banliyö semti…
Müzik inanılmaz güzel. Söylenebilecek hiçbir şey yok. Eski eski bir rüzgâr gelip ahşap kokusuyla burnunuza çalınıyor…
Oyunculuk? Konuşmak bile saçma… Eastwood’un eski ama dayanıklı bir lokomotif gibi çektiği oyuncu katarı muhteşem bir iş çıkartmış.
Işık, daramanın ortasında yüzleri günahın karanlığında saklayan şiddetiyle vugulu ve mutluluğun paylaşıldığı anlarda bir o kadar pastel ve durgun.
Amerikan rüyasının, boyaları aşınmış evlerin eski sakinleriyle silindiği bir semtte… Bir film için düşünülebilecek en berbat yerde… Hayatlarının hiçbir fantastik öğe içermediği kahramanlarla… Ve ancak hayatın anlamını, insanın kendisinin bulabileceğine dair o enfes anlatımıyla… Gran Torino tam bir Clint Eastwood şaheseri. Her zaman, her zaman ve her zaman…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder