Müslümanlar dinlerinden ne
beklerler?
Bu mühim bir sorudur, çünkü
intihar bombacılığına varan aşırılıklar daima belli bir beklenti ile
meşrulaştırılır.
O beklenti cennettir.
Peki cennet nedir?
Cennet Kur’an’dan anlaşıldığı
kadarıyla “Altlarından ırmaklar akan ve erkeklerin tertemiz eşlerle
ödüllendirildiği” bir sonsuz zevkler diyarıdır.
İslâm öncelikle bir tevhit yani
birlik inancıdır. O inancın temeli Allah’ın
bir ve benzersiz olduğuna inanmaktır.
Bu inanç, insanların karşılıksız
vermek ve sevmek konularında kafalarında
bir hikmet aydınlığı yaratabilecek yegâne anlayıştır. Bir mümin için “inanmak”
evreni sonsuz bir merhamet ve cömertlikle yaratan Tanrı’nın varlığını ve lütfunu her zaman hatırlamaktır.
Dolayısıyla mümin için iman, sonunda elde edilecek bir kazanç, ödül vs
gözetilmeksizin edinilmiş, anlaşılması zaten mutluluk verici ve kendi başına
bir ödül olan büyük bir nimettir.
Mümin Allah’a onun vaat ettiklerinden dolayı inanmaz.
Mümin Allah’a, varoluşun ve iyiliğin
mutlak ve aşkın olduğu sezgisinin
vardığı nihai varlık olduğu için inanır. Böylece hayatının gelip geçici bir hiç
olmadığını bilir. Geçmişten gelen bir
yüce anlamı içinde bugün barındırıp iyi bir ahlâkla bu mirası geleceğe taşıyan
bir varlık olmasının Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu düşünür. Böylece mümin
varoluşunun anlamı ile ahlâkını temellendirir. Ahlâklı olmanın doğrudan
varoluşun kendisi olduğunu bilir.
Peki din öğretiminde iman ve ahlâk
insanın Tanrıdan gelen varoluşuyla mı ilgilendirilir? Maalesef hayır.
Din denen kurum bize, imanın,
nihayetinde, cinsel ve besinsel
zevklerle ödüllendirilecek bir “taraftarlık”
olduğunu söyler. O taraftarlık da bir tür slogan gibi kullanılan Kelime-i
tevhit ile belli edilir.
Tevhit inancının özünde bireyin,
başkalarına göstermeye mecbur olmadığı bir kabullenmeyle iman ettiği düşünülür.
Oysa din kurumu, imanın, “edille-i şeriye” ile
gösterilmesi gereken bir şey olduğunu bize
öğretmektedir. Din, bize
inancımızı belli etmemizi emrettiği içindir ki meselâ “Kâfirlere benzememek” adına
Arapça bir giyim tarzını, dinî bir etiket olarak kullanmak riyakârlığını
benimsiyoruz. Dinin, inancı negatif yasaklarla veya pozitif emirlerle görünür
kılması fark etmez. Her halükârda “dinin belli” edilmesi, “imanın
onaylattırılması” anlamına gelir ki bu,
din kurumunun içimize soktuğu bir
fitnedir.
Hal böyle olunca din,
birbirlerinin kokusunu ve dokusunu
tanıyan, benzer bir görünüm ile dinlerini belli eden insanların
ortaklığı haline geliyor. Ve din artık bunu “imanın” yeter şartı sayıyor.
Neden? Çünkü din, belli bir görünüm ile ayrışmayı, ayrışma ile düşmanlığı,
düşmanlık ile savaşı ( cihat) ve savaş sonunda da kendi egemenliğinin
kurulmasını (şeriat) hedefliyor.
Dinin müminden istediği,
varoluşun kaynağından gelen esirgeyici ve cömert sevgiyi en büyük mükâfat
olarak bilmesi değil.
Dinin müminden beklentisi
yalnızca, kendisine emredilmiş şekillere uyması sonra bu şekilleri çatışma
pahasına başkalarına kabul ettirmesi.
Bunu da yaptırabilmek için en
ilkel yönteme başvuruyor: Cezalandır
veya ödüllendir.
Cezaları tanımlarken ahirette,
insanın tekrar bedenlenerek bu beden üzerinden maddi bir acıya duçar olacağı
söyleniyor.
Ödüller de gene bu bedenin, bu dünya da akla bile getirilemeyecek
cinsle zevklerle doyurulacağı vaadi ile duyuruluyor.
Dolayısıyla “iman”, dine göre,
sayısız huri (veya gılman ki kadınların cinsel zevklerine dair hiçbir vaadin
olmaması bene hep ilginç gelmiştir), su
gibi şarap ve geniş evlerle tasvir edilen cennete gitmek için dinin şekillerinin
en ince ayrıntısına kadar uygulanması ve başkalarına da gerekirse zorla
uygulatılması anlamına geliyor.
Yani bir şekil benzerliğini ne
pahasına olursa olsun tesis etmek, bu
şekil benzerliği içinde herkesi aynı fiillere zorlamak, bu zorlamanızı kabul
etmeyenleri yok etmek için ne pahasına
ve nasıl olursa olsun savaşmak sonra da bütün bunları yapıp ölçüsüz zevkin
makamına erişeceğine inanmak; bunu “eşi ve benzeri olmayan tek Tanrı’ya
inanmanın gereği” olduğunu söylemek, “dindir”!
Din, kişide ertelenmiş bir zevk beklentisi yaratarak (
ki bu aslında açıkça hedonist bir
faizciliktir.) bu dünyada bu bedel için her şeyin mübah olduğunu söyleyen
güdüleyici bir kurumdur.
Din meselâ hiç kimseye “Sayısız kitabın bulunduğu”, “ Sınırsız sinema
salonlarının olduğu”, “ Her gün konserlerin verildiği” bir cennet vaat etmiyor.
Bugün dinin güdüleyici ödül
tasavvuru, tamamen Arap kabileciliğinin ihtiyaçlar hiyerarşisine cevap verir gibidir: Su, ev, her türlü cinsellik…
Müminin Tanrı’dan beklentisi
acaba onun varlığı ile umudu ve hayatın
her türlü zorluğuna karşı ebedi bir
teselliyi bulması mıdır?..
Yoksa belli şartlar karşılığında,
Tanrı’nın “borcu” olarak edinilmiş bir
şehvet ve ziyafet dünyası mıdır?
Şurası da unutulmamalıdır ki
mümin, Tanrı’yı kendisine “borçlu kılmayı” düşünemez.
Müslüman ise ki bu etikete herkes
sahip olabilir, (“Bedeviler, inandık
dediler; de ki: İnanmadınız ve fakat Müslüman olduk deyin.” Hucurat 14) Tanrı’dan, yaptıklarının karşılığını bekler
yani Tanrı’yı kendisine borçlandırabileceğini sanır. ( Günde belli bir sayıda
sağa ve sola bakarak cenneti edinmeyi beklemenin yanlışlığı Kur’an’da şüphesiz
yazılı… Sorun, “dinin” artık Kur’anla bizi birey olarak baş başa bırakmamaktaki
kalıcı ısrarıdır).
Bir inancı belli bir kalıp, katı
bir kurum, zorlayıcı bir manifesto ve “ilâhi ticaret hukuku” haline getirenler bizleriz.
Kendi beklentilerimizi inancın sırtına
yükleyip de böylece bir “din” icat etmekten vazgeçmedikçe ulaşılmaz
beklentilerin peşinden mutsuz olmaya mahkûmuz demektir.
4 yorum:
Güzel tahlil.Ama yobazın gözü başka yerde.
Teşekkürler Selcen Hanım.
Beğendiğinize sevindim. Bu konu aslında çok daha fazla su götürür..(Deyimi umarım yanlış kullanmadım? Bazıları "Su kaldırır" da diyor da...)
Saygılar.
Su götürür doğru da umarım yobazlar okumuyordur. :)
Vallahi ne diyeyim Peride Hanım?
Gözümüzü kapayıp susunca konu ortadan kalksaydı, işimiz kolaydı...
En nihayetinde bir gün kapımıza dayanacaklarsa...
Yorum Gönder