13 Ocak 2015 Salı

Din, İktidar Ve Demokrasi


Genel olarak söyleyecek olursak dindeki hatalar tehlikelidir;
felsefedeki hatalarsa yalnızca gülünç...

Bazı sosyal bilimciler İslâm ile demokrasinin bağdaşabileceğini ama bunun için İslâm’da bazı unsurların terk edilmesi gerektiğini söylüyorlar.

Buna benzer görüşlerin temelinde İslâm’ın “özünde” demokratik olabileceği kabulü yatıyor.

Temel sorun “İbrahimî” dinler  diye anılan Ortadoğu dinlerinin  yapısal sorunu: Şeriat

Bu  üç din, adına “din” denebilecek öğretilerin en kurumlaşmış olanları.

Sorun kurumlarla insanın bireysel varlığı arasındaki kaçınılmaz çatışma.

“Kurum” kavramının, insan tasarımı olan ve kendiliğinden gelişmiş iki şekli olduğunu biliyoruz.

Gelenekler, toplumsal yaşayış içinde deneme yanılmalarla başarıları sınanmış davranış kalıplarından köken alan kurumlar. “Başarı”  ölçüsü, toplumda genelleştiği takdirde  genel bir mutabakat ve takdir kazanabilmek, vicdanlarda yaygın bir adalet kanaati uyandırmaktır.

Kendiliğinden gelişen kurumların temel açmazı, toplumlar arası ilişkilerin artmasıyla meydana gelen kültürel değişmelere karşın geleneklerin aynı hızda uyum sağlayamamasıdır.  İzole toplumsal yapılarda  geleneklerin değişmeksizin asırlarca yaşatılabilmesi ancak böyle açıklanabilir.

Dinin “kendiliğinden gelişmiş bir kurum” olduğuna dair bütün söylemler bir “aklama” girişimidir.

Dinin belli bir akıl yürütmenin veya doğal ilerlemenin sonucunda edinilmiş bir çıkarım olduğunu söylemek onun “varoluşsal” ve dolayısıyla akıl ile değiştirilemeyecek bir öz olduğu kanaatini  yerleştirmeye çalışmaktır. Dinin bir tasarım olmadığını söylemek, onun metafizik meşruiyetini kabul etmek demektir.

Eğer bütün “amaç” insana, üstün bir yaratıcının  olağanüstü tasarımını, hayra ve adalete götüren olağanüstü bilgeliğini göstermek ve onu buna ikna etmekten ibaret olsa bu metafizik meşruiyeti kabul etmemek için hiçbir gerekçe olamazdı.

Oysa “din” bir kurum olarak bunun ötesine geçmiştir. Din, köken aldığı  ve ahlâk yaratıcı inançsal kökeninin ötesine taşınmıştır.

Hıristiyanlığın üç yüz yıl, İslâm’ın Hz. Peygamberin ölümünden sonrası başına gelen budur. Keza topu topu on emirden ibaret olan  bir din olan Museviliğin bugün yüzbinlerce sayfalık bir Talmud yığınına dönüşmesi de aynı dönüşümün bir başka örneğidir.

Dinin temel açmazı, kökenindeki “ahlâkî emir”  ile sonrasında yaratılan “otorite emri” arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır.

Dinin kökeninden gelen “metafizik meşruiyeti”  onun ahlâkî saflığından ve tarafsızlığından kaynaklanmaktadır. İbrahimî dinlerin evrensellik iddiaları buna dayanır. Oysa  bir aşamadan sonra bu dinlerin hiçbir evrenselliği kalmaz ve hepsi birer kabile kör inancı haline gelir.

Çünkü Tanrı’dan gelen, genel metafizik ile insanın emri olanlar asla uzlaşamaz. Dikkat edilirse hiçbir dinin kökeninde ruhban sınıfına  rastlanmaz. Peygamberler  yaşarken ruhbanlaşma olmamıştır. Peygamberler de birer  mutlak siyasi otorite  figürü olmamışlardır. Bir devlet kurmasına rağmen Hz. Peygamber asla “kadir-i mutlak” bir hükümdar yetkisi taşımamıştır.

Peygamberlerin ölümü ile peygamberlerin istisnai yetkilerini devralarak bir otorite tesis etme girişiminin adı ruhbanlıktır. İslâm’da ruhbanlık olmadığını söyleyip duranların Şii ayetullahları, sünni mezhep imamlarını, mevcut şeyhleri, cemaat imamlarını vs.açıklamaları imkânsızdır.

Burada “dinin”  metafizik bir genel inancın otorite yoluyla nasıl bir tasarımsal bir kurum haline getirildiğini görüyoruz. O, insan eliyle doğasındaki ahlâk oluşturucu inançtan koparılarak bir iktidar kurumu haline getirilmiştir.

Daha açık söylemek gerekirse “din”, kökeninde  ahlâkî bir inanç olduğunu iddia eden ama amacı hükmetmek  olan  âmir bir iktidar kurumudur.

Bu açıdan “din”  her ne kadar tanım olarak “Dünya ve ahiret saadetini sağlayıcı bir kurallar bütünü” olarak sunulsa da doğası itibariyle  insana yol gösteren metafizik ahlâkî rehberle ilgisizdir.

Bu temel çelişki her ne kadar İslâm fıkhında “Amel imandan bir cüz değildir” diyerek giderilmiş gibi görünse de  insan yorumlarının her birine  nas kudreti izafe edilmesi yüzünden dinin iktidar  kaynağı haline getirilmesinin önüne geçilememiştir.

Tekrar belirtmek gerekirse  “din” zaten ancak ve yalnız bir iktidar ile var olabilmektedir.  Bireyin tercihine bırakılmış tevhid inancının Hz. Peygamber’in sağlığında, “din” olarak “tamamlandığının” vahyedilmesine rağmen  asırlardır  onun adına sayısız hurafelerin üretilmesinin sebebi de budur. Böylece Tanrı’dan gelen tutarlı ahlâkî yol gösterici, bütünlüğü bozularak her gün  tabiatına aykırı şekilde genişletilen Arapça egemen bir talimatlar  yığını haline getirilmiştir.

Tanrısal varlığın insan tutkularına sahip olduğunu söylemek saçmalıktır.
Ve en aşağılık insan tutkularından biri, dindirilemeyen bir alkışlanma  arzusudur.
Bu yüzden “Gerçek İslâm nerede?” diye  sorulduğunda ortada bir tevhid inancının falan olmadığı sadece  o inancın kutsallığına dayanan bir kurumun yani dinin var olduğunu hiç kimse itiraf edememekte.

Din bir kurumdur ve amacı genel bir ahlâk va’z etmek değildir, sadece iktidar oluşturmaktır. Bu büyük bir iddia gibi gelebilir ama dünya üzerindeki dinlerin gelişimleri yalnızca muamelatta farklılıklar oluşturmak, bu farklılıklara ait yapay mensubiyetler yaratmak ve sonra da bunlar üzerinden “doğal düşmanlıklar”  meydana getirmek olmuşsa hiç kimse din kavramıyla demokrasi gibi hukuk ve ahlâk gerektiren bir yönetim biçiminin bağdaşabileceğini iddia edemez.

Batı demokrasileri  din ve devlet arasındaki iktidar rekabetini lâiklikle aşmışlardır. Böylece dinlerin toplumdaki ayrıştırıcı iktidar odakları oluşturma etkisini ortadan kaldırmışlar ve işin siyasal bölünmeye varmasını engellemişlerdir.

Dinin bir kurum olarak otoriter ve âmir karakteri onu çağdaş demokrasilerin kurumlarıyla uzlaşmaz kılmaktadır. Din denen kurumun kökeni her ne kadar bir inanç ortaklığıysa da  bu kurum ancak ve yalnız kökeniyle ilgisi olmayan bir  dünyevi iktidar etme biçimi ile var olabilmektedir.

Bundan dolayıdır ki “İslâm’ı savunan bir parti” baştan çelişkidir. Dine siyasette bir yer vermek demek dinin iktidar iddialarını insanların temel hakları karşısında meşru saymak demektir ki bu ancak vahşet doğurabilir. Türkiye şu anda hâlâ lâikliğin kırıntılarını tüketmekle meşgul olduğu için  dinin egemenliğinde, içine düşeceği vahşeti görmezden gelebilmektedir.

Din denen kurum, Tanrı’dan gelen saf ahlâkî ilkelerle  insanların sınırsız iktidar arzularının bir arada yaşayabileceği iddiasının bir sonucudur.

Bu yüzdendir ki “inanç” insanların ruhlarına bir nebze huzur verirken içinde sayısız yorum ve hurafe bulunduran dinin, insanların mutluluğuyla hiçbir ilgisi kurulamamaktadır.

Lâiklik demokrasinin dinle bozulmasına karşı tek güvencedir. Çünkü Tanrı kelâmı üzerinden insanlara hükmetmeye çalışanların yarattığı bir kurum asla insanların hayat, mülkiyet ve hürriyet haklarıyla uzlaşamaz.





8 yorum:

ergün tutuş. dedi ki...

Dincilerin, dinsizlik dedikleri ''laik'' devlet sistemi hürmetine TR'de dinsel savaş henüz yaşanmamaktadır...Osmanlıyı irdelerseniz, saymakla bitmez...saygılar..

ergün tutuş.. dedi ki...

Uluslararası sermaye ve onun dünya ülkelerindeki uzantıları, yaygın inananların din hürriyetlerini meşrulaştırıp, tüketim ekonomilerine katkı verdikleri sürece, din adına işlenen her kötülüğe gıklarını çıkarmamaktadırlar...

Afşar Çelik dedi ki...

Birinci yorumunuz için ufak bir muhalefet şerhi koymama izin verir miydiniz?

Bu savaş pek laikliğe hürmetten değil de daha ziyade hala laikliğin savaş pahasına korunacağı bilgisinden dolayı çıkmıyor. Yani en azından bana öyle geliyor.

Teşekkürler, saygılar.

Afşar Çelik dedi ki...

Çok özür dileyerek bu "uluslararası sermaye" kalıbını ezber ve yüzeysel bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

1. İnsanlar menfaatlerde zannedildiği gibi mutlak ve soöut öncelikli bir hiyerarşi takip etmeyebilir.

2. Uluslararası sermaye vs gibi hayali bir yönetici sınıfı var mı yok mu belli değil. Böyle bir hayale sığınılarak felsefe yapılamaz.

3. Ne uluslararası ne de sermaye kavramları varken insanlar dinle "amel ediyordu." O halde bu konuyu parayı veren düdüğü çalar bağlamında tartışmak bizim düzeyimize yakışmaz diye düşünüyorum.

Saygılar. Lütfen blogu boş bırakmayınız.

ergün tutuş dedi ki...

Sayın Çelik, Çok uluslu şirketlerin hegamonyasında değil mi, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler.?. Bu soru devamında, verilecek cevap nettir...Demokrasi ve özgürlükler adına, kuralları şirketler koymaktadırlar...Kaldı ki dolar uluslararası sermayenin gücüdür..

Afşar Çelik dedi ki...

Ergün Bey,

Bilgisayar kullanmak istiyorsunuz ama onu yaratan sermayeyi lanetliyorsunuz. Hiç kimse size, sizin emrinizle bilgisayar yapmaz.

Bu uluslararası sermaye ezberini şahsen ben okumuş ve felsefeye aşina insanlara yakıştıramıyorum.

ergün tutuş dedi ki...

Sayın Çelik, bilgisayara düşman değilim, aksine spekülatif finansal sermayeye karşıyım...Kaldı ki, bilgisayarı sermaye yaratmaz, akıl ve bilim yaratır. Sermaye yokken akıl ve bilim icatları geliştirip, sanayi devrimi ile, elde ettiği kazanımları pazarlayarak sermaye birikimi sağlandı...Üretimin olmadığı bir ekonomik düzeni insanlarımız içine nasıl sindiriyorlar, şaşıyorum...saygılar.

Afşar Çelik dedi ki...

Bilgisayarı hayırsever bilim insanları yaratmadı. Bilgilerinden başka sermayeleri olmayan insanlar icat etti, yatırımcılar da onun verimli üretimini sağladı.

Sermayenin "spekülatif" olanı olmayanı var mıdır? Spekülasyonlar olmayan paralarla yapılmaz. Spekülasyonlar para değerinin en hızlı şekilde iletildiği alışverişlerdir.

Spekülasyonlarda beklentinin karşılanmaması ya dolandırıcılıktır ya da devlet müdahalesi ki ikisi de aslında aynı şeydir.

Üretici olmayan bir ekonomi de çelişkidir ama Türkiye bir çelişkiyi "var ederek" yaşayabilen tek ülke!

Zaman ayırdığınız için çok teşekkürler! Saygılar!