Genel olarak söyleyecek olursak dindeki hatalar tehlikelidir; felsefedeki hatalarsa yalnızca gülünç... |
Bazı sosyal bilimciler İslâm ile
demokrasinin bağdaşabileceğini ama bunun için İslâm’da bazı unsurların terk
edilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Buna benzer görüşlerin temelinde
İslâm’ın “özünde” demokratik olabileceği kabulü yatıyor.
Temel sorun “İbrahimî”
dinler diye anılan Ortadoğu
dinlerinin yapısal sorunu: Şeriat
Bu üç din, adına “din” denebilecek öğretilerin
en kurumlaşmış olanları.
Sorun kurumlarla insanın bireysel
varlığı arasındaki kaçınılmaz çatışma.
“Kurum” kavramının, insan
tasarımı olan ve kendiliğinden gelişmiş iki şekli olduğunu biliyoruz.
Gelenekler, toplumsal yaşayış içinde
deneme yanılmalarla başarıları sınanmış davranış kalıplarından köken alan kurumlar.
“Başarı” ölçüsü, toplumda genelleştiği
takdirde genel bir mutabakat ve takdir
kazanabilmek, vicdanlarda yaygın bir adalet kanaati uyandırmaktır.
Kendiliğinden gelişen kurumların
temel açmazı, toplumlar arası ilişkilerin artmasıyla meydana gelen kültürel
değişmelere karşın geleneklerin aynı hızda uyum sağlayamamasıdır. İzole toplumsal yapılarda geleneklerin değişmeksizin asırlarca
yaşatılabilmesi ancak böyle açıklanabilir.
Dinin “kendiliğinden gelişmiş bir
kurum” olduğuna dair bütün söylemler bir “aklama” girişimidir.
Dinin belli bir akıl yürütmenin
veya doğal ilerlemenin sonucunda edinilmiş bir çıkarım olduğunu söylemek onun “varoluşsal”
ve dolayısıyla akıl ile değiştirilemeyecek bir öz olduğu kanaatini yerleştirmeye çalışmaktır. Dinin bir tasarım
olmadığını söylemek, onun metafizik meşruiyetini kabul etmek demektir.
Eğer bütün “amaç” insana, üstün
bir yaratıcının olağanüstü tasarımını,
hayra ve adalete götüren olağanüstü bilgeliğini göstermek ve onu buna ikna etmekten ibaret olsa bu metafizik meşruiyeti kabul etmemek için hiçbir gerekçe olamazdı.
Oysa “din” bir kurum olarak bunun
ötesine geçmiştir. Din, köken aldığı ve
ahlâk yaratıcı inançsal kökeninin ötesine taşınmıştır.
Hıristiyanlığın üç yüz yıl, İslâm’ın
Hz. Peygamberin ölümünden sonrası başına gelen budur. Keza topu topu on emirden
ibaret olan bir din olan Museviliğin
bugün yüzbinlerce sayfalık bir Talmud yığınına dönüşmesi de aynı dönüşümün bir
başka örneğidir.
Dinin temel açmazı, kökenindeki “ahlâkî
emir” ile sonrasında yaratılan “otorite
emri” arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır.
Dinin kökeninden gelen “metafizik
meşruiyeti” onun ahlâkî saflığından ve
tarafsızlığından kaynaklanmaktadır. İbrahimî dinlerin evrensellik iddiaları
buna dayanır. Oysa bir aşamadan sonra bu
dinlerin hiçbir evrenselliği kalmaz ve hepsi birer kabile kör inancı haline
gelir.
Çünkü Tanrı’dan gelen, genel
metafizik ile insanın emri olanlar asla uzlaşamaz. Dikkat edilirse hiçbir dinin
kökeninde ruhban sınıfına rastlanmaz.
Peygamberler yaşarken ruhbanlaşma
olmamıştır. Peygamberler de birer mutlak
siyasi otorite figürü olmamışlardır. Bir
devlet kurmasına rağmen Hz. Peygamber asla “kadir-i mutlak” bir hükümdar
yetkisi taşımamıştır.
Peygamberlerin ölümü ile
peygamberlerin istisnai yetkilerini devralarak bir otorite tesis etme girişiminin
adı ruhbanlıktır. İslâm’da ruhbanlık olmadığını söyleyip duranların Şii
ayetullahları, sünni mezhep imamlarını, mevcut şeyhleri, cemaat imamlarını vs.açıklamaları
imkânsızdır.
Burada “dinin” metafizik bir genel inancın otorite yoluyla
nasıl bir tasarımsal bir kurum haline getirildiğini görüyoruz. O, insan eliyle doğasındaki
ahlâk oluşturucu inançtan koparılarak bir iktidar kurumu haline getirilmiştir.
Daha açık söylemek gerekirse “din”,
kökeninde ahlâkî bir inanç olduğunu
iddia eden ama amacı hükmetmek olan âmir bir iktidar kurumudur.
Bu açıdan “din” her ne kadar tanım olarak “Dünya ve ahiret
saadetini sağlayıcı bir kurallar bütünü” olarak sunulsa da doğası
itibariyle insana yol gösteren metafizik
ahlâkî rehberle ilgisizdir.
Bu temel çelişki her ne kadar
İslâm fıkhında “Amel imandan bir cüz değildir” diyerek giderilmiş gibi görünse
de insan yorumlarının her birine nas kudreti izafe edilmesi yüzünden dinin
iktidar kaynağı haline getirilmesinin
önüne geçilememiştir.
Tekrar belirtmek gerekirse “din” zaten ancak ve yalnız bir iktidar ile
var olabilmektedir. Bireyin tercihine
bırakılmış tevhid inancının Hz. Peygamber’in sağlığında, “din” olarak “tamamlandığının”
vahyedilmesine rağmen asırlardır onun adına sayısız hurafelerin üretilmesinin
sebebi de budur. Böylece Tanrı’dan gelen tutarlı ahlâkî yol gösterici, bütünlüğü
bozularak her gün tabiatına aykırı
şekilde genişletilen Arapça egemen bir talimatlar yığını haline getirilmiştir.
Tanrısal varlığın insan tutkularına sahip olduğunu söylemek saçmalıktır. Ve en aşağılık insan tutkularından biri, dindirilemeyen bir alkışlanma arzusudur. |
Bu yüzden “Gerçek İslâm nerede?”
diye sorulduğunda ortada bir tevhid
inancının falan olmadığı sadece o
inancın kutsallığına dayanan bir kurumun yani dinin var olduğunu hiç kimse
itiraf edememekte.
Din bir kurumdur ve amacı genel
bir ahlâk va’z etmek değildir, sadece iktidar oluşturmaktır. Bu büyük bir iddia
gibi gelebilir ama dünya üzerindeki dinlerin gelişimleri yalnızca muamelatta
farklılıklar oluşturmak, bu farklılıklara ait yapay mensubiyetler yaratmak ve
sonra da bunlar üzerinden “doğal düşmanlıklar”
meydana getirmek olmuşsa hiç kimse din kavramıyla demokrasi gibi hukuk
ve ahlâk gerektiren bir yönetim biçiminin bağdaşabileceğini iddia edemez.
Batı demokrasileri din ve devlet arasındaki iktidar rekabetini
lâiklikle aşmışlardır. Böylece dinlerin toplumdaki ayrıştırıcı iktidar odakları
oluşturma etkisini ortadan kaldırmışlar ve işin siyasal bölünmeye varmasını
engellemişlerdir.
Dinin bir kurum olarak otoriter
ve âmir karakteri onu çağdaş demokrasilerin kurumlarıyla uzlaşmaz kılmaktadır.
Din denen kurumun kökeni her ne kadar bir inanç ortaklığıysa da bu kurum ancak ve yalnız kökeniyle ilgisi
olmayan bir dünyevi iktidar etme biçimi
ile var olabilmektedir.
Bundan dolayıdır ki “İslâm’ı
savunan bir parti” baştan çelişkidir. Dine siyasette bir yer vermek demek dinin
iktidar iddialarını insanların temel hakları karşısında meşru saymak demektir
ki bu ancak vahşet doğurabilir. Türkiye şu anda hâlâ lâikliğin kırıntılarını
tüketmekle meşgul olduğu için dinin
egemenliğinde, içine düşeceği vahşeti görmezden gelebilmektedir.
Din denen kurum, Tanrı’dan gelen
saf ahlâkî ilkelerle insanların sınırsız
iktidar arzularının bir arada yaşayabileceği iddiasının bir sonucudur.
Bu yüzdendir ki “inanç”
insanların ruhlarına bir nebze huzur verirken içinde sayısız yorum ve hurafe
bulunduran dinin, insanların mutluluğuyla hiçbir ilgisi kurulamamaktadır.
Lâiklik demokrasinin dinle
bozulmasına karşı tek güvencedir. Çünkü Tanrı kelâmı üzerinden insanlara
hükmetmeye çalışanların yarattığı bir kurum asla insanların hayat, mülkiyet ve
hürriyet haklarıyla uzlaşamaz.
8 yorum:
Dincilerin, dinsizlik dedikleri ''laik'' devlet sistemi hürmetine TR'de dinsel savaş henüz yaşanmamaktadır...Osmanlıyı irdelerseniz, saymakla bitmez...saygılar..
Uluslararası sermaye ve onun dünya ülkelerindeki uzantıları, yaygın inananların din hürriyetlerini meşrulaştırıp, tüketim ekonomilerine katkı verdikleri sürece, din adına işlenen her kötülüğe gıklarını çıkarmamaktadırlar...
Birinci yorumunuz için ufak bir muhalefet şerhi koymama izin verir miydiniz?
Bu savaş pek laikliğe hürmetten değil de daha ziyade hala laikliğin savaş pahasına korunacağı bilgisinden dolayı çıkmıyor. Yani en azından bana öyle geliyor.
Teşekkürler, saygılar.
Çok özür dileyerek bu "uluslararası sermaye" kalıbını ezber ve yüzeysel bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.
1. İnsanlar menfaatlerde zannedildiği gibi mutlak ve soöut öncelikli bir hiyerarşi takip etmeyebilir.
2. Uluslararası sermaye vs gibi hayali bir yönetici sınıfı var mı yok mu belli değil. Böyle bir hayale sığınılarak felsefe yapılamaz.
3. Ne uluslararası ne de sermaye kavramları varken insanlar dinle "amel ediyordu." O halde bu konuyu parayı veren düdüğü çalar bağlamında tartışmak bizim düzeyimize yakışmaz diye düşünüyorum.
Saygılar. Lütfen blogu boş bırakmayınız.
Sayın Çelik, Çok uluslu şirketlerin hegamonyasında değil mi, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler.?. Bu soru devamında, verilecek cevap nettir...Demokrasi ve özgürlükler adına, kuralları şirketler koymaktadırlar...Kaldı ki dolar uluslararası sermayenin gücüdür..
Ergün Bey,
Bilgisayar kullanmak istiyorsunuz ama onu yaratan sermayeyi lanetliyorsunuz. Hiç kimse size, sizin emrinizle bilgisayar yapmaz.
Bu uluslararası sermaye ezberini şahsen ben okumuş ve felsefeye aşina insanlara yakıştıramıyorum.
Sayın Çelik, bilgisayara düşman değilim, aksine spekülatif finansal sermayeye karşıyım...Kaldı ki, bilgisayarı sermaye yaratmaz, akıl ve bilim yaratır. Sermaye yokken akıl ve bilim icatları geliştirip, sanayi devrimi ile, elde ettiği kazanımları pazarlayarak sermaye birikimi sağlandı...Üretimin olmadığı bir ekonomik düzeni insanlarımız içine nasıl sindiriyorlar, şaşıyorum...saygılar.
Bilgisayarı hayırsever bilim insanları yaratmadı. Bilgilerinden başka sermayeleri olmayan insanlar icat etti, yatırımcılar da onun verimli üretimini sağladı.
Sermayenin "spekülatif" olanı olmayanı var mıdır? Spekülasyonlar olmayan paralarla yapılmaz. Spekülasyonlar para değerinin en hızlı şekilde iletildiği alışverişlerdir.
Spekülasyonlarda beklentinin karşılanmaması ya dolandırıcılıktır ya da devlet müdahalesi ki ikisi de aslında aynı şeydir.
Üretici olmayan bir ekonomi de çelişkidir ama Türkiye bir çelişkiyi "var ederek" yaşayabilen tek ülke!
Zaman ayırdığınız için çok teşekkürler! Saygılar!
Yorum Gönder