Bana öyle geliyor ki bu iki
kelimenin eşanlamlı kullanılması kadar felsefeye zarar veren şey pek azdır.
Sanırım bunun sebebi, bu iki
kelimenin ortak bağlamını oluşturan “intikal/erişim mantığıdır”. İntikal
kelimesi daha ziyade bir yer değişimi olarak düşünülmekle beraber “varılacak
yere varmak” anlamındadır. Bu durum bir hedefe “erişmek” anlamına gelir.
Dolayısıyla intikal için “erişim”
eşanlamlısını da öneriyorum.
Doğruluk ve hakikat
kelimelerindeki intikal/erişim
mantığı nasıl çıkarsanır?
Doğruluk ve hakikat terimleri
özcü/idealist terimlerdir, mutlaklık
içerirler. Peki ama bu terim eş
anlamlı mıdır?
Doğruluk ve hakikatle ilgili sınamalar bu terimlerin eş
anlamlı olmadıklarını gösteriyor.
Bütün önermeler, “doğrulukları”
açısından sınanabilen cümlelerdir. Sorun şuradan kaynaklanmaktadır. Doğruluğun bir tutarlılık olarak kabul
edilebilmesi için tutarlılığın, “ kendisine göre” belirleneceği bir mutlaklığa ihtiyaç vardır. Aksi takdirde doğruluk veya yanlışlık konusunda “hüküm verilemez.”
Doğruluk sınamasının günlük
hayattaki en kesin uygulaması mahkemelerdir. Yani “hüküm” salt felsefi veya
mantıksal plânda kalan, bağlayıcılığı olmayan bir lafazanlık değildir.
Doğruluk sınaması bir keşif
yolculuğudur. Hüküm ise varılan noktadır. Doğruluk sınamasında yürünen yol
bizi hükme ulaştırır.
Peki ama hüküm neyi ifade eder?
Bir şeyin doğru olduğunu söylemek aynı zamanda “gerçek” olduğunu söylemek değil
midir?
Doğrulukla gerçeklik arasındaki
fark, bir konu hakkında birden fazla doğrunun var olduğu durumlarda ortaya
çıkar. Bir sorunla ilgili birden fazla doğrunun olması genellikle doğrunun
göreceli olduğu, dolayısıyla “anlamsız”
bir ide olduğu şeklinde yorumlanır. Bu çıkarım, hüküm vermekten kaçınan rölativistlerin pek severek kullandıkları bir
çıkarımdır.
Peki ama bir şeyleri sürekli
nitelemek, yargılamak, övmek için kullanılan terimleri haklılaştırmak hata
ispat etmek kaygısı ne anlama gelmektedir?
Bütün bu gayretler bir yandan
aslında yargılamanın imkânsızlığını “ispatlamaya” çalışmak ama bu ispat
çabasının bile tek başına bir mutlaklık arayışı olduğunu inkâr etmekten başka
bir şey değildir.
“ Yargı yanlıştır” veya “Mutlak yoktur!” demek başlı başına
metafizik dayanımlı idealist söylemlerdir ve kendileri birer
yargıdır. Çünkü bu önermelerin aksiyomatik sayılması talebini de içerirler.
Yani rölativistler bir yandan her şeyin, her hükmün bir bakış açısından ibaret
olduğu dolayısıyla tek bir bakış açısı olmadığı için tek bir hüküm
verilemeyeceğini söylerlerken bunun “verili bir gerçek” olması gerektiğini söylemiş olurlar.
İşte bu noktada yolumuz “gerçeğe”
gelip çatmaktadır.
Rölativistler doğrunun bakış
açısına bağlı olduğunu söylerlerken gerçeğin de bu açıdan göründüğünü
dolayısıyla “gerçeğin asla bilinemeyeceğini” düşünürler.
Sorun şu ki “gerçeğin asla
bilinemeyecek” olması fikri dahi
hakkında bilgi yetersizliğimize işaret eden bir gerçeği ima etmektedir.
Eğer bu da söylenmek istenmiyorsa o zaman rölativizm bize “gerçeğin var
olmadığını” söylüyor demektir.
Gerçek yoksa bütün arayışlar
boşunadır. Çünkü hayat, bir sorun çözmek işidir. Sorun çözmekse ya bilinmeyeni
ortaya çıkarmak ya da çelişkileri ortadan kaldırmak işidir. Her iki çabanın da
temelinde “ Varlığın var olduğu” kabulü
yatar. Varlığın, var olması, “gerçeklik kavramının” var olmasına imkân verir.
İdealizme boş bir şey gibi
bakanlar dahi, bir hükme varmanın, var olanların birbirinden ayrı olmaları
gerektiğini inkâr edemez. Bu da her bir
varlığın başlı başına bir “kimlik” taşıması anlamına gelir. “ Değişmeyen tek
şey değişimdir!” demek varlıkların kimliklerini ortadan kaldırmaz.
Değişim, var olanın, kendi
kimliği dahilinde sahip olduğu veya gözlendiği değişik görünümlerinden
ibarettir. Şüphesiz bir derede aynı şekilde ikinci kere yıkanamayız. Ama
sonuçta dere ikinci bir anda dereden, söğüt ağacına veya diğer bir diğer anda da
piyango biletine vs dönüşmez. O halde var olanların varlıklarının
belirli bir görünümü vardır. Bu görünüm onların bizim için “kimliklerini”
oluşturur. Bu kimliklerin ortak görünümleri onları bir “idea” içinde
düşünmemizi sağlar. Belki bütün atları
temsil eden bir ideal at çizemeyiz. Ve
belki bütün atlar birbirlerinden farklıdır. Buna rağmen bir atı gördüğümüzde, bir at gördüğümüzden emin olabiliriz.
Atın zamanla görünümünün değişmesi dahi onu bir at olmaktan çıkarmaz.
O halde hakikatle ilgili elimizde iki temel veri
bulunmaktadır: Varlık ve kimlik.
Aklımıza, kanatlı atlar,
grifonlar , tepegözler gibi “hayalî varlıklar” gelebilir. Bunlar sırf biz
onları hayal ettiğimiz için var mıdırlar? Nitekim şizofreni hastaları,
aklımıza gelemeyecek
halüsinasyonlar görmekte ve bunları
gerçek sanabilmektedirler. Peki ama şizofrenleri nasıl olup da “hasta” olarak
niteleyebiliyoruz?
Onların hayallerinin “gerçek”
olmadıklarını söyleyebiliyoruz.
Veya bir mahkemede “maddi kanıt”
denen şeylerle “gerçeği” ortaya çıkarmaya çalışabiliyoruz.
Bütün bunlar, basit bir görecelik
bahanesiyle ortadan kaldırılamayacak bir şeye işaret ediyor. Kim nasıl bakarsa
baksın hep orada olan ve en nihayetinde bir takım işaretlerle, kanıtlarla
varlığı açıkça görülen bir varlıktan bahsediyoruz: Hakikatten/gerçekten!
O halde kim nereden nasıl bakarsa
baksın, varlığı ortadan kalkmayan ve kimliği tartışılamayan
bir varlık, gerçek…
O halde, “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeye, “Hakikat” diyebiliriz”.
O halde doğruyu nereye koymamız
icap eder. Bu keşif yolculuğunda, “doğru”, hakikatten ayrılıp bir yerlerde
cebimizden mi düşmüştür?
Elbette hayır… “Doğruluk, hakikate/gerçeğe ulaşan yolun
kendisidir”.
Bu ne demektir? Bu, doğru yoldan
gitmediğimizde, hakikate/gerçeğe ulaşamayacağız, demektir. Bir gerçeğe ulaşmak
için birden fazla yol olması, gerçeğin varlığını ve tekliğini değiştirmez.
Hakikat, farklı konularda
ulaşılan nihaî tartışılmaz olmak hasebiyle tektir. Farklı konuların farklı hakikatlerinin olması,
bu hakikatlerin ortak bir hakikat kimliği ile tanınmaları gereğini değiştirmez.
Doğru, hakikat arayışında bizi
ona götüren yol olduğu gibi aynı zamanda hakikatin, inkâr edilemez parçası
anlamına gelir. Hakikatin inkâr edilemez parçası, bir yargılamada kanıt/delil
anlamına gelir. Kanıtın varlığı, hakikatin varlığını gösterir. Çünkü bir
varlığın “kanıt” olması, onun mutlak ve
tekil bir varlığın yani hakikatin, tartışılmaz bir göstericisi olduğu anlamına
gelir. Eğer bir öncül bir “doğrunun parçası” değilse onu “tutarsız” saymamızın
sebebi budur.
Doğrunun hakikatle ilişkisi
mutlaktır. Doğrunun herkes tarafından aynı şekilde anlaşılmaması bunu değiştirmez.
Bu durum aynı zamanda hakikatin birden
fazla parçası olmasının kendisidir. Bir testiyi kırdığınızda, parçalanır ama
bulabildiğiniz parçaları bir araya getirdiğinizde, eksik kalanlara rağmen
parçaların bir testiye ait olduğunun ortaya çıkması bunun gibidir.
Doğruluk gerçekliğin mutlak bir parçasıdır ki bu matematiğin
oluşturulmasını sağlamıştır. Çözülmüş her problem, sayılar kümesinin
varlığıyla tutarlılık gösteren ve onun sayesinde cevaplanan bir önermedir. Matematik mutlak
bir soyutlamadır ki bu, dünyayı algı yanlışlarından uzak anlayabilmenin mutlak
yoludur. Ve bizatihi matematiğin
varlığı, metafizik ve idealdir. Yoksa
biri çıkıp “İki denen şeyi kim, nerede görmüş?” diyebilir. “İki” bir gerçeğin mutlak parçası olduğu
içindir ki matematik dünyayı anlamamızı sağlayan bir dil olarak işe yarayabilmektedir.
“Bir teoriyi “bilimsel” yapan şey, sınırları dahilinde test edilebilmek imkânıdır”, der Popper.
Bilimde gerçeklik asla bütünüyle
anlaşılamamasına rağmen bir hipotezin yanlışlanabilmek imkânı, onun bizi hakikate
ulaştırmak gücünü sınayabilmemiz anlamına gelir ki bu bile bir takım kavramların, bir bütün olarak
anlaşılabilecek bir hakikatin parçaları olduğunu kabul etmek demektir ki Popper
idealizme ne kadar saldırırsa saldırsın, savunduğu şey, açıkça idealizmdir.
O halde hakikatin bilinemeyeceğine dair görecelik
alaycılığı, tam bir safsatadır. Çünkü
hakikat yoksa hiçbir şey yoktur.
6 yorum:
O halde hakikatin bilinemeyeceğine dair görecelik alaycılığı, tam bir safsatadır. Çünkü hakikat yoksa hiçbir şey yoktur.
Bu yazıdan anladığım tek cümle bu.Garip ama gerçek.Kafamı toparlayamadım herhalde.
Popper Bilimsel Araştırma'nın Mantığı adlı eserinin yayın sürecinde yanılmıyorsam, yazısının anlaşılmaz bulunmasıyla ilgili eleştiriler karşısında susması gerektiğini öğrendiğini söylüyor özyaşamöyküsünde.
Velhasıl onun bu dersi fakire de ders oldu. Yazının çetrefilliği yazarın ayıbıdır. Belki daha açık ve uzun yazmak icap ederdi. Bu yazıyı, yazarın kendi fikirlerini toparlama çalışması olarak düşünürseniz, sevinirim. Saygılar efendim
Sizin bir kabahatiniz yok.Demek istediğim şu:
Hakikat yoksa hiçbir şey yokdur cümlesi tam bir vecize.
Estağfurullah efendim. Dediğim gibi bu yazı aklımızdakileri toparlamak açısından bir denemeydi. Daha sarih izah edebilmek için biraz daha düşünmeliyiz. Elinize, aklınıza sağlık.
Umulur ki "vecize" yetkinliğinde bir sözdür...:)
İnsan ; düşüncelerini dil ile ifade ettiğine göre, doğru-yanlış, iyi-kötü, aydınlık-karanlık vs. gibi konularda, kendi dilinin döndüğü kadar nesneleri ve olayları teşhis etmekte, karar vermektedir. Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanların anlaşabildiklerini söylemek mümkündür...Dinin doğrularını sorgulamak, başkaca doğrular söyleyebilmek kimin cesaret edeceği bir şeydir. En gerçekçi yaklaşım, ortak doğrularda anlaşmak olmalıdır...Kendi doğrularımızı dayatmak, hem kendimizi hemde çevremizi yok eder..saygılar..Sayın Çelik...
Sorun "ortak doğruların" ne ler olması gerektiğinde belki de? Şeriat bu doğruları mollaların belirlemesini istiyor. Onu ne yapmalıyız?
Duyguları ifade etmedikçe onları "anlatmamız" mümkün değildir. Anlatmak, anlaşılmasını sağlamaktır. Bu da dille olur...
Dili küçümsememek lazım. Saygılar.
Yorum Gönder