23 Ocak 2015 Cuma

Doğruluk Ve Hakikat



Bana öyle geliyor ki bu iki kelimenin eşanlamlı kullanılması kadar felsefeye zarar veren şey pek azdır.

Sanırım bunun sebebi, bu iki kelimenin ortak bağlamını oluşturan “intikal/erişim mantığıdır”. İntikal kelimesi daha ziyade bir yer değişimi olarak düşünülmekle beraber “varılacak yere varmak” anlamındadır. Bu durum bir hedefe “erişmek” anlamına gelir. Dolayısıyla intikal için “erişim”  eşanlamlısını da öneriyorum.

Doğruluk ve hakikat kelimelerindeki  intikal/erişim mantığı  nasıl çıkarsanır?

Doğruluk ve hakikat terimleri özcü/idealist terimlerdir, mutlaklık  içerirler.  Peki ama bu terim eş anlamlı mıdır?

Doğruluk ve  hakikatle ilgili sınamalar bu terimlerin eş anlamlı olmadıklarını gösteriyor.

Bütün önermeler, “doğrulukları” açısından sınanabilen cümlelerdir. Sorun şuradan kaynaklanmaktadır.  Doğruluğun bir tutarlılık olarak kabul edilebilmesi için tutarlılığın, “ kendisine göre” belirleneceği bir  mutlaklığa ihtiyaç vardır. Aksi takdirde  doğruluk veya yanlışlık konusunda “hüküm verilemez.”

Doğruluk sınamasının günlük hayattaki en kesin uygulaması mahkemelerdir. Yani “hüküm” salt felsefi veya mantıksal plânda kalan, bağlayıcılığı olmayan bir lafazanlık değildir.

Doğruluk sınaması bir keşif yolculuğudur. Hüküm ise varılan noktadır. Doğruluk sınamasında yürünen yol bizi  hükme ulaştırır.

Peki ama hüküm neyi ifade eder? Bir şeyin doğru olduğunu söylemek aynı zamanda “gerçek” olduğunu söylemek değil midir?

Doğrulukla gerçeklik arasındaki fark, bir konu hakkında birden fazla doğrunun var olduğu durumlarda ortaya çıkar. Bir sorunla ilgili birden fazla doğrunun olması genellikle doğrunun göreceli olduğu, dolayısıyla  “anlamsız” bir ide olduğu şeklinde yorumlanır. Bu çıkarım, hüküm vermekten kaçınan  rölativistlerin pek severek kullandıkları bir çıkarımdır.
Peki ama bir şeyleri sürekli nitelemek, yargılamak, övmek için kullanılan terimleri haklılaştırmak hata ispat etmek kaygısı ne anlama gelmektedir?

Bütün bu gayretler bir yandan aslında yargılamanın imkânsızlığını “ispatlamaya” çalışmak ama bu ispat çabasının bile tek başına bir mutlaklık arayışı olduğunu inkâr etmekten başka bir şey değildir.

“ Yargı yanlıştır”  veya “Mutlak yoktur!” demek başlı başına metafizik  dayanımlı  idealist söylemlerdir ve kendileri birer yargıdır. Çünkü bu önermelerin aksiyomatik sayılması talebini de içerirler. Yani rölativistler bir yandan her şeyin, her hükmün bir bakış açısından ibaret olduğu dolayısıyla tek bir bakış açısı olmadığı için tek bir hüküm verilemeyeceğini söylerlerken bunun “verili bir gerçek”  olması gerektiğini söylemiş olurlar.

İşte bu noktada yolumuz “gerçeğe” gelip çatmaktadır.

Rölativistler doğrunun bakış açısına bağlı olduğunu söylerlerken gerçeğin de bu açıdan göründüğünü dolayısıyla “gerçeğin asla bilinemeyeceğini” düşünürler.

Sorun şu ki “gerçeğin asla bilinemeyecek” olması fikri dahi   hakkında bilgi yetersizliğimize işaret eden bir gerçeği ima etmektedir. Eğer bu da söylenmek istenmiyorsa o zaman rölativizm bize “gerçeğin var olmadığını” söylüyor demektir.

Gerçek yoksa bütün arayışlar boşunadır. Çünkü hayat, bir sorun çözmek işidir. Sorun çözmekse ya bilinmeyeni ortaya çıkarmak ya da çelişkileri ortadan kaldırmak işidir. Her iki çabanın da temelinde “ Varlığın var olduğu”  kabulü yatar. Varlığın, var olması, “gerçeklik kavramının” var olmasına imkân verir.

İdealizme boş bir şey gibi bakanlar dahi, bir hükme varmanın, var olanların birbirinden ayrı olmaları gerektiğini inkâr edemez. Bu da  her bir varlığın başlı başına bir “kimlik” taşıması anlamına gelir. “ Değişmeyen tek şey değişimdir!” demek varlıkların kimliklerini ortadan kaldırmaz.

Değişim, var olanın, kendi kimliği dahilinde sahip olduğu veya gözlendiği değişik görünümlerinden ibarettir. Şüphesiz bir derede aynı şekilde ikinci kere yıkanamayız. Ama sonuçta dere ikinci bir anda dereden, söğüt ağacına veya diğer bir diğer  anda da  piyango biletine vs dönüşmez. O halde var olanların varlıklarının belirli bir görünümü vardır. Bu görünüm onların bizim için “kimliklerini” oluşturur. Bu kimliklerin ortak görünümleri onları bir “idea” içinde düşünmemizi sağlar.  Belki bütün atları temsil eden  bir ideal at çizemeyiz. Ve belki bütün atlar birbirlerinden farklıdır. Buna rağmen bir atı gördüğümüzde, bir at gördüğümüzden emin olabiliriz. Atın zamanla görünümünün değişmesi dahi onu bir at olmaktan çıkarmaz.
 
O halde  hakikatle ilgili elimizde iki temel veri bulunmaktadır: Varlık ve kimlik.

Aklımıza, kanatlı atlar, grifonlar , tepegözler gibi “hayalî varlıklar” gelebilir. Bunlar sırf biz onları hayal ettiğimiz için var mıdırlar? Nitekim şizofreni hastaları, aklımıza  gelemeyecek halüsinasyonlar  görmekte ve bunları gerçek sanabilmektedirler. Peki ama şizofrenleri  nasıl olup da “hasta” olarak niteleyebiliyoruz?

Onların hayallerinin “gerçek” olmadıklarını söyleyebiliyoruz.

Veya bir mahkemede “maddi kanıt” denen şeylerle “gerçeği” ortaya çıkarmaya çalışabiliyoruz.

Bütün bunlar, basit bir görecelik bahanesiyle ortadan kaldırılamayacak bir şeye işaret ediyor. Kim nasıl bakarsa baksın hep orada olan ve en nihayetinde bir takım işaretlerle, kanıtlarla varlığı açıkça görülen bir varlıktan bahsediyoruz: Hakikatten/gerçekten!

O halde kim nereden nasıl bakarsa baksın,  varlığı  ortadan kalkmayan ve kimliği tartışılamayan bir varlık, gerçek…

O halde, “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeye, “Hakikat” diyebiliriz”.

O halde doğruyu nereye koymamız icap eder. Bu keşif yolculuğunda, “doğru”, hakikatten ayrılıp bir yerlerde cebimizden mi düşmüştür?

Elbette hayır… “Doğruluk, hakikate/gerçeğe ulaşan yolun kendisidir”.

Bu ne demektir? Bu, doğru yoldan gitmediğimizde, hakikate/gerçeğe ulaşamayacağız, demektir. Bir gerçeğe ulaşmak için birden fazla yol olması, gerçeğin varlığını ve tekliğini değiştirmez.
Hakikat, farklı konularda ulaşılan nihaî tartışılmaz olmak hasebiyle tektir.  Farklı konuların farklı hakikatlerinin olması, bu hakikatlerin ortak bir hakikat kimliği ile tanınmaları gereğini değiştirmez.

Doğru, hakikat arayışında bizi ona götüren yol olduğu gibi aynı zamanda hakikatin, inkâr edilemez parçası anlamına gelir. Hakikatin inkâr edilemez parçası, bir yargılamada kanıt/delil anlamına gelir. Kanıtın varlığı, hakikatin varlığını gösterir. Çünkü bir varlığın “kanıt” olması, onun mutlak  ve tekil bir varlığın yani hakikatin, tartışılmaz bir göstericisi olduğu anlamına gelir. Eğer bir öncül bir “doğrunun parçası” değilse onu “tutarsız” saymamızın sebebi budur.

Doğrunun hakikatle ilişkisi mutlaktır. Doğrunun herkes tarafından aynı şekilde anlaşılmaması bunu değiştirmez. Bu durum  aynı zamanda hakikatin birden fazla parçası olmasının kendisidir. Bir testiyi kırdığınızda, parçalanır ama bulabildiğiniz parçaları bir araya getirdiğinizde, eksik kalanlara rağmen parçaların bir testiye ait olduğunun ortaya çıkması bunun gibidir.

Doğruluk gerçekliğin mutlak  bir parçasıdır ki bu matematiğin oluşturulmasını  sağlamıştır.  Çözülmüş her problem, sayılar kümesinin varlığıyla tutarlılık gösteren ve onun sayesinde  cevaplanan bir önermedir. Matematik mutlak bir soyutlamadır ki bu, dünyayı algı yanlışlarından uzak anlayabilmenin mutlak yoludur. Ve  bizatihi matematiğin varlığı, metafizik ve idealdir. Yoksa  biri çıkıp “İki denen şeyi kim, nerede görmüş?” diyebilir.  “İki” bir gerçeğin mutlak parçası olduğu içindir ki matematik dünyayı anlamamızı sağlayan  bir dil olarak işe yarayabilmektedir.

Bir   teoriyi “bilimsel” yapan şey,  sınırları dahilinde   test edilebilmek imkânıdır”, der Popper. Bilimde  gerçeklik asla bütünüyle anlaşılamamasına rağmen bir hipotezin yanlışlanabilmek  imkânı, onun  bizi hakikate ulaştırmak gücünü sınayabilmemiz anlamına gelir ki bu bile bir  takım kavramların, bir bütün olarak anlaşılabilecek bir hakikatin parçaları olduğunu kabul etmek demektir ki Popper idealizme ne kadar saldırırsa saldırsın, savunduğu şey, açıkça idealizmdir.

O halde  hakikatin bilinemeyeceğine dair görecelik alaycılığı, tam bir safsatadır.  Çünkü hakikat yoksa hiçbir şey yoktur.







6 yorum:

selcen dedi ki...

O halde hakikatin bilinemeyeceğine dair görecelik alaycılığı, tam bir safsatadır. Çünkü hakikat yoksa hiçbir şey yoktur.

Bu yazıdan anladığım tek cümle bu.Garip ama gerçek.Kafamı toparlayamadım herhalde.

Afşar Çelik dedi ki...

Popper Bilimsel Araştırma'nın Mantığı adlı eserinin yayın sürecinde yanılmıyorsam, yazısının anlaşılmaz bulunmasıyla ilgili eleştiriler karşısında susması gerektiğini öğrendiğini söylüyor özyaşamöyküsünde.

Velhasıl onun bu dersi fakire de ders oldu. Yazının çetrefilliği yazarın ayıbıdır. Belki daha açık ve uzun yazmak icap ederdi. Bu yazıyı, yazarın kendi fikirlerini toparlama çalışması olarak düşünürseniz, sevinirim. Saygılar efendim

selcen dedi ki...

Sizin bir kabahatiniz yok.Demek istediğim şu:
Hakikat yoksa hiçbir şey yokdur cümlesi tam bir vecize.

Afşar Çelik dedi ki...

Estağfurullah efendim. Dediğim gibi bu yazı aklımızdakileri toparlamak açısından bir denemeydi. Daha sarih izah edebilmek için biraz daha düşünmeliyiz. Elinize, aklınıza sağlık.

Umulur ki "vecize" yetkinliğinde bir sözdür...:)

ergün tutuş dedi ki...

İnsan ; düşüncelerini dil ile ifade ettiğine göre, doğru-yanlış, iyi-kötü, aydınlık-karanlık vs. gibi konularda, kendi dilinin döndüğü kadar nesneleri ve olayları teşhis etmekte, karar vermektedir. Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanların anlaşabildiklerini söylemek mümkündür...Dinin doğrularını sorgulamak, başkaca doğrular söyleyebilmek kimin cesaret edeceği bir şeydir. En gerçekçi yaklaşım, ortak doğrularda anlaşmak olmalıdır...Kendi doğrularımızı dayatmak, hem kendimizi hemde çevremizi yok eder..saygılar..Sayın Çelik...

Afşar Çelik dedi ki...

Sorun "ortak doğruların" ne ler olması gerektiğinde belki de? Şeriat bu doğruları mollaların belirlemesini istiyor. Onu ne yapmalıyız?

Duyguları ifade etmedikçe onları "anlatmamız" mümkün değildir. Anlatmak, anlaşılmasını sağlamaktır. Bu da dille olur...

Dili küçümsememek lazım. Saygılar.