Herkes “dinin aslından”
bahsediyor ve bir içerik tartışması başlıyor. Bu tartışmada Arapça’yı en iyi
bilenlerle titri en büyük olanlar, Kur’an’ın kıyısından köşesinden ayet, hadis
yığınlarının en altından hadis vs
keşfederek “Hangimiz daha bilgili?” yarışına giriyor.
Ve öze dair bütün bu tartışmalar
hiç kimsenin kafasında en ufak bir yankı bulmuyor, hiçbir şeyi de
değiştirmiyor. Acaba neden?
Doğru ve haklı bir “özün”
anlaşılmaması mümkün müdür? Oscar Wilde “Anlaşılan her şey doğrudur.” derken
yanılıyor muydu?
Öz, mantık alanında “aksiyomla”
temsil edilir. Aksiyom doğruluğu tartışılmayan ve kendisinden geçerli
doğruların çıkarsandığı cümlelere denir.
Aksiyoma “önerme” denebilir mi? Denemez çünkü aksiyomlar “Doğruluğu veya
yanlışlığı sınanabilen” cümleler
değildir. Onlar, düşüncenin mutlak ve sabit başlangıç noktalarıdır.
Söz gelimi, estetiğin “aksiyomlarından” biri belki de en temeli “altın orandır”.
İnanç alanında aksiyomatik
ifadeler, “vahiylerdir”. Mesele şudur ki inanç alanı, bizatihi akıl ve mantık
sınanmasından muaf tutulmak imtiyazına sahip tek alandır.
İşte dinlerin günlük hayattaki
rolleri veya yarattıkları sonuçları tartışma imkânı bu noktada elimizden
alınmaktadır.
İnsan kendi içinde, mutlak üstün ve aşkın bir yaratıcı güce
inanma potansiyelini her zaman taşır. İlkel devirlerde bu potansiyel daha ilkel
bir biçimde tabiat güçleri, olağanüstü insanlar gibi sembollere yönelmişken
medeniyetin ilerleyen safhalarında inancın tek bir Tanrı ile ifade edilmesi,
artık mantık ve felsefe tartışmalarının
içinde bile kabul görmüştür.
Bir Tanrı’nın varlığı insanoğlu’na
ruhen yalnız huzur verebilir. Bu, bütün evreni, olağan üstü bilgeliğiyle
yaratıp “iyilik-kötülük” diye ifade ettiğimiz çelişkiler içinde dahi bir hikmet
ve mesaj olmasını ve böylece bununla evrenin
düzenini bununla da kendi bilgeliğini idrak etmemizi sağlayan bir güce
inanmak demektir. Böylece insanoğlu her şeyin vardığı bir mutlak bilgelik ve
iyilik makamı ki o makam bir iyilikten ibaret olmasaydı “varoluş” meydana
gelmezdi, bilgisiyle “nihai gerçeğin”
varlığını ve böylece kendi gerçekliğini anlayabilecekti.
Yaratıcı gücün mutlak iyiliği
varoluşumuzu sağlamışsa o halde varoluşa uygun her hareket de “iyi” olmalıdır.
İşte ahlâkın en temel dayanağı bu “aksiyomatik”
iyilik ideasıdır.
Tek Tanrı inancı buraya kadarki
bütün özellikleriyle gerçekten insanın varoluş kaygılarına cevap veren, ona
mutluluğun, var oluşun kendisi olduğunu anlatan, ona ahlâklı olmanın mutlu
olmanın yolu olduğunu
gösteren bir rehberdir. En
nihayetinde “inanç” dahi, ancak “anlaşılabilir” olduğu ölçüde “inanılır”
olmuştur. Çünkü inanç ifade edilebilir olmadıkça herhangi bir inanma eyleminin konusu
olamayacaktır.
O halde “din” neden bize bu
mutluluğu verememektedir? Bugün artık modern toplumlarda din bir mutluluk
kaynağı olarak görülmüyor. Geri kalmış toplumlarda veya topluluklarda ise zaten
dinin kişisel mutlulukla herhangi bir ilişkisi olduğuna inanılmamakta, o
yalnızca siyasi bir manifesto veya “kanunî bir nas” gibi görülmektedir.
İfade edilmeyen soru şudur: “Bahsettiğimiz
“inanç” ile dinin aynı şeyler olmamaları ihtimali var mıdır?”
Ve vermekten korktuğumuz cevap
da şudur: “ Din denen şeyin, bahsedilen
inançla bir ilgisi yoktur!”
Bir Tanrısal varlığa inanmak
için cemaatleşmeye gerek yoktur. Oysa dinler cemaatleşme olmazsa yaşayamazlar.
Aksine bir şekilde tebliğ edilmiş olan
ve yapısı gereği bireysel olan İslâm
inancı bile Hz. Peygamber’in ölümünden sonra
cemaatli bir tür yeni Musevi ritüeli haline getirilmiştir.
Tanrı’nın varlığına ve birliğine
inanmak, kişinin kendi aklına ve vicdanına bağlı bir tercihtir. Hiç kimse Tanrı’ya,
birilerine benzemek veya yaranmak için inanmaz. Oysa bir dine “mensup olmak”,
din denen şekiller ve cemaat kurallarına biat etmek demektir.
Aynı Tanrı’ıya inananların tesadüfî birliği
ile aynı kurallara ve şekillere uymak
için bir araya gelen insanların birliği aynı
kelimeyle adlandırılamaz.
Tevhid inancının asgari
müşterekleri bellidir. Özde, “Müslüman”, tevhit inancının asgari müştereklerini
paylaşan insanların ortak adıdır. Oysa Müslümanlık, aslında
ancak birer belirti olan “edille/delillerin” , “şart” olarak va’z
edilmesiyle bir kabile ritüeli haline getirilmiştir.
Tevhit inancı, “şart” haline getirilen deliller, ayet kudretinde itaat edilen sayısız hadisler,
sayısız ruhban ve bunların yorumları
ile tıpkı Musevilik ve Hıristiyanlık
gibi bir “din” haline getirilmiştir.
Herhangi bir öğretinin “din” sayılabilmesi için, kitabının,
peygamberinin, ibadethanesinin ve şeriatının olması gerektiğini biliyoruz. İslâm
bir tevhit inancı olarak geldiğinde peygamberi ve kitabı dışında, hiçbir
zorlayıcı kurumsallığa sahip olmadığını biliyoruz.
Ne zaman ki peygamber adına
konuşarak hükmeden liderler, onun ilminin varisi olduklaırnı iddia eden
peygamber yarısı ulema ortaya çıkmıştır o zaman tevhit inancı bir “din” haline
gelmiştir. Böylece adına “İslâm” denen tevhit inancı Yahudilik ve Hıristiyanlık
gibi bir “din” olmuştur.
Bu açıdan Müslümanlar’ın, Museviliğe
ve Hıristiyanlığa izafe ettikleri “tahrifat” Müslümanlığın da başına gelmiştir.
Musevilik ve Hıristiyanlık kutsal
kitapları bozulduğundan mı tahrif edilmiştir bilemeyiz ama basit birer ahlâkî rehber olan bu tek Tanrılı inanış biçimlerinin
ibadethane ve şeriatla sınırlandırılarak
kabileci bir mantığa hapsedilmesi yani “dinleştirilmesi” en büyük tahrifat olmuştur.
Bu açıdan İslâmiyet’te Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün “İsrailiyat” diye
nitelediği bakış açısı ve süreç aslında
tevhit inancının Hıristiyanlık ve Musevilik gibi “dinleştirilmesinden”
başka bir şey değildir.
Din kurumunun varlığını sürdürmek
için ihtiyaç duyduğu, ibadethane,
ruhban, şeriat vs gibi şartlar, bireyin mutluluğuyla, güven duygusuyla, nihai
gerçeğe olan inancından gelen umuduyla taban tabana zıttır.
Bu yüzdendir ki din adına işlenen
suçlar “dine rağmen” işlenmemiştir aksine dinin tabiatından kaynaklanan
eylemlerdir. İsrail’i “devlet terörüyle” suçlayanlar, İsrail’in tam da onların
kafalarındaki gibi bir din devleti olup olmadığını düşünmelidirler. Keza
dünyadaki bütün Müslüman ülkelere şiddet içeren bir devrimi ihraç eden İran’ın “ilâhi
adalet” adına kurulmuş ir din devleti olup olmadığına bakılmalıdır. Veya ABD’nin en şedit dönemlerinden birinde, başında “dindar”
bir başkanın olduğu gözden geçirilmelidir.
Dinin, inanç içinde bir yeri yok
gibi görünüyor. Din, inancın getirdiği
akıl yürütmenin, duygusal güven ve huzurun, gelecekten umudun yerine
Allah vekili otoritelere, kayıtsız şartsız itaati getiren, yapay bir kurumdur.
Bireyin aklı ve vicdanından neşet
ettiği söylenen bir kurumun, insanlığa karşı bir tehdide dönüşmesi ancak böyle
açıklanabilir.
6 yorum:
Sayın Üstadım,
Diğer yazına yazdığım yorumun devamını birbirine bağlı üç yazınınzın bu sonuncusundan devam ettirmeyi makul buldum.Akıl yürütme ve bilgi birikimli yazılarınızı ilgiyle okumayaçalışıyorum. Blog ve forum sayfalarından uzun zamanıdır uzaktım. Tekrar okumalar yapmaya başladım çok şükür.
Resullüllah (sav) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.” Diyor. Bakınız ahlak yoktu, ben getirdim demiyor. Hem Resullulah ın hem Kur’an ın söylem ve metodu olarak “devrimci” değildir diyebiliriz. Ancak genel bir pencereden bakarak ve klasik söylem olarak “öncelikle zihinlerde bir devrim” gerçekleştirdiği söylenebilir. Ancak medolojik olarak “tedrici” kültürel bazda “evrimci” , aksiyon olarak “ikna” yöntemi uygulanmıştır diyebiliriz.
Yazılarınızın asli fikrini din kurumu ve şekillenmesi, tevhid inancının evrimi olarak görüyorum ve ““din” bir ele geçirilesi “güç” olmamalı haklısızınız” diyorum. Devleti yönetmek ile onu ele geçirmenin aynı şey olduğunu sanan siyasetçileri, dinin yaşanması değil de ele geçirilmesi gereken cemaatları olan toplumların ilke bazında ne sunabildiklerini sorgulamak gayet “normal bir aklın” gereği değil mi ? Böylesi ilkesiz, sadece “fayda” bazında “çıkar” işleriyle eklemli insanların “İslam ahlak ilkeleri”nden bahsetmeleri anormal degilken hele! Devleti ele geçirenler cemaatleride yönetirler, oh ne güzel hakimiyet alanı boşluğu kalmaz!
Yani… yanisi şu ki, din bir “güç” kaynağı olarak görülmekte ve O nu yönetene geniş insan topluluklarına hakimiyet kurmasını sağlamaktadır. Bu maalesef tarih boyunca böyledir;Hemen tüm toplumlarda…
Avrupanın pagan dinleri krallara nasıl güçler atfetmişti: kral tanrısal güçlere sahipti. Constantin güneş tanrısının oğluydu. Avrupa da Hıristiyanlığın yayılışını şiddetle bastıramayan Roma imparatoru “madem engeleyemiyorum ele geçireyim” dedi ve din adamlarına “bana bir din yazın” emrini verdi. İlk konsül (Amasya da 18 li konsül) toplanıp imparatorlarına eski dinin verdiği gücü davam ettireceği bir din yazdı. Hıristiyanlığın içinde nur topu gibi bir baba-oğul ve kutsal ruh teslis inancı böylece doğmuş oldu.
Konu başlı başına “dini verdiği güç”tür aslında. Soru şu: peki zaten güçlü olanın dini ele geçirmeye neden ihtiyacı olsun ki ?
Ya gücünün devamı yada daha fazla güç için !
Peki dinin “Orjinal”i bu konuda onlara büyük engeller mi çıkarıyor? Din insanları özgürleştirir!
Devam etmek dileğiyle saygılar…
İkna Üstadım,
Cidden ufuk açıcı yorumlarınla blogu zenginleştiriyorsun, sağ olasın, var olasın!
Dinler ancak "şeriatları" yazıldıktan, yani devlet eliyle din adına hükmedilmesinin hukuksal yolu açıldıktan sonra "din" olmuşlar.
Roma Hıristiyanlığı "inanç" halinden "din" haline getirmeden önce engizisyon var mıydı?
Dinin "kurumsal" niteliği ve bununla ilgili olarak "kul yapısı" kısımları teşhis edilmeksizin din adına yapılan işlerle dinin ilgisi kurulamaz.
Biz elbette din hakkında düşünürken hâlâ ciddi tereddütler geçiriyoruz. Fakat en nihayetinde doğrudan Kur'an ayetlerine dayanılarak işlenen cinayetler, girişilen katliamlar ve tecavüzler var. Bu işlerin hepsi de kitaba, sünnete, icmaya dayandırılıyor...
Çok düşündüm: Yani doğru din var ama onu hiçkimse doğru anlayamıyor.
Ve o dinin "olduğu gibi" ve "bütünüyle" uygulandığı hiç bir ülkede ne mutluluk ne adalet sağlanabiliyor.
Bu durumda dinin "uygulanmasının" başlı başına bir sorun olduğu ortaya çıkmıyor mu? İyi de uygulanması bu kadar zor ve kötü sonuçlanan bir kurumun doğası acaba sorgulanmamalı mı?
Bu da din denen kurumun doğası ile bizim inançlarımızın arasında bir çelişki ihtimalini düşündürüyordu.
Böyle düşünmek bize dini kaybettirebilir mi? Belki... Ama inancımızı korumamızı da sağlayabilir.
Maruzatımız budur İKNA Üstadım.
Aklına, eline sağlık!
Bu konu o kadar da karmaşık değil aslında.İnsanlar beyinlerini kullanıverseler her şey kolay anlaşılacak.
Selcen Hanım,
Düşünmek neden bu kadar korkunç bir iştir?
Öyle olmasa herhalde düşünürlerdi?
Aklınıza, elinize sağlık. Her zaman bekliyorum, biliyorsunuz. Saygılar.
Herhangi bir din'e tabi olsun olmasın, bireyler topluma, toplum'da bireye karşı gizli ve açığa vurulmamış riyakarlık yarışındalar. Din'in, peşinen aklı terk eden insanların kontrol altına alınması, egemenlere cazip geldiği için, kullanılmasında herhangi bir sakınca görülmüyor...Gerçekte aklını kullanan herkes, herşeyin farkında...falcılarda farkında...çünkü...zahmetsiz, çilesiz, emeksiz rant kapısıdır...Din...İkna yorumcusunun izaha çalıştığı güç kavramı, günümüzde ve geçmiş devirlerde paradır..işlerin çığrından çıktığı dönemlerde (yani medeniyetin duraklama dönemlerinde) insanları ikna yöntemi olarak din geçerli maniveladır...saygılar...
Ergün Bey,
Hoşgelmişsiniz. Blogumuzun sadık bir okuru olarak gösterdiğiniz dikkat için çok teşekkür ederim.
Spnuçlar hakkındaki gözleminiz enfestir.
Fakir biraz da sebeplerle ilgilenmeye çalışmaktadır. Meselâ eğer birey ve toplum birbirlerine karşı riya içindeyseler bunun sebebi ne olabilir?
Dinin özü otorietr bir kuruma doğru nasıl evrimleşmiştir? Ya da gerçek inanç nasıl din halini almıştır. Buradaki bir dizi yazının temel ilgi noktaları bunlardır.
Aydınlatıcı gözlemleriniz ve dikkatiniz için teşekkür ediyor, her zaman bekliyoruz.
Saygılar.
Yorum Gönder