16 Ocak 2015 Cuma

Dile Dinden Ne Dilersen!



Müslümanlar dinlerinden ne beklerler?

Bu mühim bir sorudur, çünkü intihar bombacılığına varan aşırılıklar daima belli bir beklenti ile meşrulaştırılır.

O beklenti cennettir.

Peki cennet nedir?

Cennet Kur’an’dan anlaşıldığı kadarıyla “Altlarından ırmaklar akan ve erkeklerin tertemiz eşlerle ödüllendirildiği” bir sonsuz zevkler diyarıdır.

İslâm öncelikle bir tevhit yani birlik inancıdır. O inancın  temeli Allah’ın bir ve benzersiz  olduğuna inanmaktır.

Bu inanç, insanların karşılıksız vermek ve sevmek konularında  kafalarında bir hikmet aydınlığı yaratabilecek yegâne anlayıştır. Bir mümin için “inanmak” evreni sonsuz bir merhamet ve cömertlikle yaratan Tanrı’nın varlığını ve   lütfunu her zaman hatırlamaktır.

Dolayısıyla mümin için  iman, sonunda  elde edilecek bir kazanç, ödül vs gözetilmeksizin edinilmiş, anlaşılması zaten mutluluk verici ve kendi başına bir ödül olan büyük bir nimettir.

Mümin Allah’a onun  vaat ettiklerinden dolayı inanmaz.

Mümin Allah’a, varoluşun ve iyiliğin mutlak ve aşkın olduğu  sezgisinin vardığı nihai varlık olduğu için inanır. Böylece hayatının gelip geçici bir hiç olmadığını bilir.  Geçmişten gelen bir yüce anlamı içinde bugün barındırıp iyi bir ahlâkla bu mirası geleceğe taşıyan bir varlık olmasının Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu düşünür. Böylece mümin varoluşunun anlamı ile ahlâkını temellendirir. Ahlâklı olmanın doğrudan varoluşun kendisi olduğunu bilir.

Peki din öğretiminde iman ve ahlâk insanın Tanrıdan gelen varoluşuyla mı ilgilendirilir? Maalesef hayır.

Din denen kurum bize, imanın, nihayetinde, cinsel ve besinsel  zevklerle  ödüllendirilecek bir “taraftarlık” olduğunu söyler. O taraftarlık da bir tür slogan gibi kullanılan Kelime-i tevhit ile belli edilir.

Tevhit inancının özünde bireyin, başkalarına göstermeye mecbur olmadığı bir kabullenmeyle iman ettiği düşünülür.

Oysa  din kurumu, imanın, “edille-i şeriye” ile gösterilmesi gereken bir şey olduğunu bize  öğretmektedir.  Din, bize inancımızı belli etmemizi emrettiği içindir ki meselâ  “Kâfirlere benzememek”  adına  Arapça bir giyim tarzını, dinî bir etiket olarak kullanmak riyakârlığını benimsiyoruz. Dinin, inancı negatif yasaklarla veya pozitif emirlerle görünür kılması fark etmez. Her halükârda “dinin belli” edilmesi, “imanın onaylattırılması” anlamına gelir  ki bu, din kurumunun içimize soktuğu  bir fitnedir.

Hal böyle olunca din, birbirlerinin kokusunu ve dokusunu  tanıyan, benzer bir görünüm ile dinlerini belli eden insanların ortaklığı haline geliyor. Ve din artık bunu “imanın” yeter şartı sayıyor. Neden? Çünkü din, belli bir görünüm ile ayrışmayı, ayrışma ile düşmanlığı, düşmanlık ile savaşı ( cihat) ve savaş sonunda da kendi egemenliğinin kurulmasını (şeriat) hedefliyor.

Dinin müminden istediği, varoluşun kaynağından gelen esirgeyici ve cömert sevgiyi en büyük mükâfat olarak bilmesi değil.

Dinin müminden beklentisi yalnızca, kendisine emredilmiş şekillere uyması sonra bu şekilleri çatışma pahasına başkalarına kabul ettirmesi.

Bunu da yaptırabilmek için en ilkel  yönteme başvuruyor: Cezalandır veya ödüllendir.

Cezaları tanımlarken ahirette, insanın tekrar bedenlenerek bu beden üzerinden maddi bir acıya duçar olacağı söyleniyor.

Ödüller de gene bu  bedenin, bu dünya da akla bile getirilemeyecek cinsle zevklerle doyurulacağı vaadi ile duyuruluyor.

Dolayısıyla “iman”, dine göre, sayısız huri (veya gılman ki kadınların cinsel zevklerine dair hiçbir vaadin olmaması bene hep ilginç gelmiştir),  su gibi şarap ve geniş evlerle tasvir edilen cennete gitmek için dinin şekillerinin en ince ayrıntısına kadar uygulanması ve başkalarına da gerekirse zorla uygulatılması anlamına geliyor.

Yani bir şekil benzerliğini ne pahasına olursa olsun tesis etmek,  bu şekil benzerliği içinde herkesi aynı  fiillere zorlamak, bu zorlamanızı kabul etmeyenleri yok etmek için ne pahasına  ve nasıl olursa olsun savaşmak sonra da bütün bunları yapıp ölçüsüz zevkin makamına erişeceğine inanmak; bunu “eşi ve benzeri olmayan tek Tanrı’ya inanmanın gereği” olduğunu söylemek, “dindir”!

Din, kişide   ertelenmiş bir zevk beklentisi yaratarak ( ki bu aslında açıkça  hedonist bir faizciliktir.) bu dünyada bu bedel için her şeyin mübah olduğunu söyleyen güdüleyici bir kurumdur.

Din meselâ hiç kimseye  “Sayısız kitabın bulunduğu”, “ Sınırsız sinema salonlarının olduğu”, “ Her gün konserlerin verildiği” bir cennet vaat etmiyor.

Bugün dinin güdüleyici ödül tasavvuru, tamamen Arap kabileciliğinin ihtiyaçlar hiyerarşisine  cevap verir gibidir: Su, ev,  her türlü cinsellik…

Müminin Tanrı’dan beklentisi acaba onun varlığı  ile umudu ve hayatın her  türlü zorluğuna karşı ebedi bir teselliyi bulması mıdır?..

Yoksa belli şartlar karşılığında, Tanrı’nın “borcu” olarak edinilmiş  bir şehvet ve ziyafet  dünyası mıdır?

Şurası da unutulmamalıdır ki mümin, Tanrı’yı kendisine “borçlu kılmayı” düşünemez.
 
Müslüman ise ki bu etikete herkes sahip olabilir, (“Bedeviler, inandık dediler; de ki: İnanmadınız ve fakat Müslüman olduk deyin.” Hucurat 14)  Tanrı’dan, yaptıklarının karşılığını bekler yani Tanrı’yı kendisine borçlandırabileceğini sanır. ( Günde belli bir sayıda sağa ve sola bakarak cenneti edinmeyi beklemenin yanlışlığı Kur’an’da şüphesiz yazılı… Sorun, “dinin” artık Kur’anla bizi birey olarak baş başa bırakmamaktaki kalıcı ısrarıdır).

Bir inancı belli bir kalıp, katı bir kurum, zorlayıcı bir  manifesto ve “ilâhi  ticaret hukuku” haline getirenler bizleriz. Kendi beklentilerimizi  inancın sırtına yükleyip de böylece bir “din” icat etmekten vazgeçmedikçe ulaşılmaz beklentilerin peşinden mutsuz olmaya mahkûmuz demektir.





4 yorum:

Selcen dedi ki...

Güzel tahlil.Ama yobazın gözü başka yerde.

Afşar Çelik dedi ki...

Teşekkürler Selcen Hanım.

Beğendiğinize sevindim. Bu konu aslında çok daha fazla su götürür..(Deyimi umarım yanlış kullanmadım? Bazıları "Su kaldırır" da diyor da...)

Saygılar.

Peride dedi ki...

Su götürür doğru da umarım yobazlar okumuyordur. :)

Afşar Çelik dedi ki...

Vallahi ne diyeyim Peride Hanım?

Gözümüzü kapayıp susunca konu ortadan kalksaydı, işimiz kolaydı...

En nihayetinde bir gün kapımıza dayanacaklarsa...