27 Aralık 2010 Pazartesi

Tür Milliyetçiliğinde Cemaatleşmenin Yozlaştırıcı Etkisi I


Türk Milliyetçileri eleştiriyi sevmez. İşin açığı eleştiriden hoşlanan bir insan evlâdı bulmak da son derece zordur ama…

Çünkü eleştiri bize eksikliklerimizi hatırlatır ki bu da gayet tatsız bir iştir.

Bu, insanın genel eğilimidir amma… Eleştiriden asıl hoşlanmayanlar cemaat yapılarıdır. (Şimdi doğrudan cemaat desek, herkes sadece dinci cemaatlerden bahsettiğimizi sanacak…)

Cemaat nedir de eleştiriden hoşlanmaz?

Cemaat, az sayıdaki somut kurallar etrafında toplanarak birbirlerine benzeşmeyi esas alan insanların, katı ve kapalı beraberliğidir. Benzeşmenin esas alındığı bir ortamda, “benzemeyen”, kendiliğinden dışlanır.

Cemaatte insan varlığı birkaç şeye bağlıdır. Öncelikle cemaate kabul edilmeniz gerekir. Bu her ne kadar cemaatin toplu kararı gibi görünse de hiçbir cemaatte kararlar topluca alınmaz. Bu, dinci cemaatlerde nasıl böyleyse, dünyada sosyalist devrimleri yapanlar için de böyledir. Sözde proletere diktatörlüğü olduğu söylenen hiçbir sosyalist diktatörlük ir avuç seçkin dışında karar vericinin olmadığı insanlık dışı baskı rejimleri olmaktan öte gidememişti, hâlâ da gidemiyor. Cemaate kabul edilmek varoluşun, ferdin ötesinde onu aşkın bir yapının ellerine bırakılması demektir.

Var oluşun, ferdin ötesinde, onu aşkın bir yapının ellerine bırakılması demek, ferdin, aklını ve vicdanını bu yapıya teslim etmesi demektir.

Klasik tasavvuf terbiyesinde, insanlığından, ahlâkından şüphe duyulmayan bir rehbere/mürşide bağlılıkta kendini gösteren böylesine bir teslimiyet, tasavvuf kurumunun yozlaşması, kesintiye uğramasıyla baş veren dinî cemaatlerde, sebepsiz ve körü körüne iradesini cemaate teslim etmek haline dönmüştür.

Peki bunların Türk milliyetçileriyle ilgisi nedir?

Her fikrî beraberlik özü itibariyle bir cemaat benzerliği gösterir. Çünkü en nihayetinde fikirleri benzeşenlerin, aynı şeyleri düşünerek kurdukları beraberliklerdir. Buradaki fark şudur. Fikrî beraberlikler, fikrin kökenine çok aykırı olmadıkça, fikirdaşların görüşlerinin önemsendiği beraberlikledir. Oysa cemaatler, cemaat liderinin fikrinden zerrece ayrılmamayı esas alan katı beraberliklerdir.
Türkiye’de Türk milliyetçiliği bir fikrî beraberlik olarak teşekkül etmiştir. Osmanlı’nın kurucu ve egemen gücü olan Türk’lerin, büyük yenilgilerin ardından, tartışılmaz, nihaî bir egemenlik sahasını ellerinde tutabilmeleri için ruhlarında küllenmiş büyük erdem ateşinin yeniden harlanmasıyla ortaya çıkmıştır.

Türk milliyetçiliğinin fikir babalarının çoğunluğu dönemin sosyalizm romantizminden etkilenmiş de olsalar, Müslüman bir öze dayanan, buna mukabil, metodoloji ve yönelim olarak batıcı insanlardı. Onlar kendilerini, batıya muhtaç ilkeller olarak görmüyorlardı ama içinde yaşanılan dünyadaki gelişmelerde batının felsefi ve bilimsel yerini de fark edebiliyorlardı.

İşte bundan dolayıdır ki Türk milliyetçiliği, bir mürşidin peşinden giden müritler sürüsü şeklinde meydana çıkmamıştır. Türk milliyetçiliğinin fikir babaları, kendi bölgelerinde birer yıldız gibi parlayan entelektüel insanlardı.

Türk milliyetçiliğinin bu batılı felsefî özü 1969’daki büyük kırılmayla beraber bozulmuştur. O güne kadar toplumun doğal batılılaşma sürecinde öncü olmuş milliyetçiler, artık köylüleşmenin popülizmi ile siyaset yapmak tercihine saplanmışlardır.

Şüphesiz siyasi bir hareket olarak büyük kitlelere ulaşmak niyeti önemliydi. Ama burada Ağaoğlu, Akçura, Gaspıralı, Gökalp ve Atsız’ın çizdiği “Türk” merkezli batılılaşma çizgisi, merkezin Türk’ten islâmcılığa, köylü, kapalı toplumcu bir yapıya kaydırılmıştır.

Siyasi Türk milliyetçiliği, “halka ulaşmak” adına, kurucularının entelektüel çizgisini bir kenara bırakmış, işi köylüce bir muhafazakârlığa dökmüştür.

Halka ulaşmak adına yapılan bu dönüşle milliyetçilik, artık Türkiye’de fikrî evreni kuşatan ve yönlendirici genel bir düşünce olmaktan çıkıp halkın peşinden giden ve içeriksiz bir tepkisel siyasî harekete doğru yozlaşmıştır.

Bu yozlaşmanın temelinde, fikir beraberliği olarak kurulmuş milliyetçiliğin, gerek partileşme gerekse halka inmek adına dindarlaşmasıyla, bir cemaat halini benimsemesi vardır.

Önce karizmatik ve otoriter bir lider olarak Türkeş’in bütün düşünceyi tekeline alması, bunun yanında halka yeni bir yorum getirmek yerine bir köylü dindarlığının peşinden gidilerek oy sağlanacağı yanılgısı Türk milliyetçiliğinin bütün felsefî faaliyetinin donmasına ve sonrasında parçalanmasına sebep olmuştur. “Türk İslam Ülküsü” gibi düşünceler Türk milliyetçiliğini, “makbul” ve kavranabilir bir köylü dindarlığına doğru çekmek gayretinden başka bir şey değildir. Dindarlaşma gayretiyle sürdürülmüş bu köylüleşme, Türk milliyetçiliğini, kurucularının, fikir babalarının yenileştirici, yorumcu, felsefî ve öncü rolünden uzaklaştırmıştır.

Özü itibariyle herhangi bir ideolojik manifesto içermeyen milliyetçilik, sadece millî değerlere bağlılık ve geleneksel toplumsal dayanışma üzerine bir ideoloji yaratmak istemiş ve “Dokuz Işık” gibi zayıf bir doktrin meydana getirmiştir. Bu doktrinin temel özelliği, savunulmak istenen dayanışma duygularının tam anlamıyla sosyalist bir kalıpta sunulmuş olmasıdır.

Komünizmin silâhlı tehdidinin en sıcak yaşandığı dönemde, ülkemizde KGB yönetiminden doğrudan para alarak siyaset yapan yerli işbirlikçiler sürekli kan dökerken milliyetçiler maalesef içinde bulundukları derin ideolojik boşluğun farkına varamamışlardır.

Çünkü 1969 kırılmasından sonra, gerek lider karizması gerekse dindarlaşma gayreti ile beraber içine düşülen cemaatleşme hali, ideolojiyi tartışacak, yeni fikirler üretecek, bir fikrî gelenek oluşturacak aydınların yetişmesini engellemiştir. Bu durum hâlâ devam etmektedir. Hatta bu durum maalesef Türk milliyetçiliğinin kurucu kurumu olan Türk Ocağı’nda da mevcuttur. Türk Ocağı, memleketin yangın yerine döndüğü günlerden, millî mücadeleye varana kadar Türk Milleti’nin bekası için canlarını, mallarını çekinmeden veren kurucularının aksine sözde “milliyetçi- muhafazakâr” ve hatta siyasal dinci sığ siyasi partilerin dümen suyuna sokulmuş ve entelektüel gücü kırılmıştır.

Bugün Türk Ocağı’na hâkim zihniyet, kurucularının yok olan bir imparatorluğun düşmanlarına karşı dik duruşlarından ziyade, İstanul’daki işgal güçleriyle uzlaşmaya çalışan okumuşların “akl-ı selim” diye kabul ettikleri işbirlikçiliğe yakındır. Türk Ocağı, siyasî milliyetçiliğin lider karizması ve dincilikle uzlaşma gayretlerinin onu ittiği fikri fakirliği ve kafa karışıklığını gidermesine yardımcı olmak yerine bugün siyasal dinci iktidarın yabancılaşmış, Arap örfçüsü zihniyetini milliyetçiliğe aşılamak gayretindedir. Bunun en kötü örneği de geçmişinde pek çok kadın üyesi olan, kaıdnlı erkekli ilk toplantıyı düzenlemiş bir yüce kurumun bu gün Türk kadınlarını “Hanımlar İcra Heyeti” denen ikinci sınıf bir oluşuma hapsetmesidir. Bu yapılanmayla kadınların erkek işine karışmaması, mahremiyeti ihlal etmemesi, dine aykırı davranmaması endişeleri açıkça gün ışığına çıkmaktadır.


(Devam edecek)

Hiç yorum yok: