5 Aralık 2010 Pazar

Fikrimiz Kim, Biz Kimiz? I

Fikirlerin kendilerine göre değil de savunucularına göre tartışılması saçmalığından ne zaman bıkacağız, bilmiyorum.

“Fikirlerle savunucuları arasında ne fark var ki?” diye pek çoğunuzun merak edeceğinden eminim.

Eğer herkes “bildiğiyle amel etseydi” bu sorunuz kesinlikle haklı olurdu.

Ama herkes bildiğiyle amel etmez/ iş yapmaz. Bunun çeşitli sebepleri vardır.

Sanırım en önemlisi cehalet.

Sonra gelen, kendi aklına güvenmemek.

Üçüncüsü güce tapınmak.

Aklıma gelen bu temel üç sebepten dolayı insanlar fikirlerinden apayrı işler yaparlar.

Birinci sebep bunların içinde en önemli olanı: Cehalet.

Cehalet sadece malumat eksikliği değil. Evet akla ilk gelen temel tanım bu ama bununla sınırlı değil… Yerleşik yanlış malumat da cehaletin bir diğer yüzü. Neden? Çünkü yanlış bilgi yok mesabesindedir. Neden? Çünkü yanlış bilgi bizi bir yere götürmez. Bir yere götürmediği gibi toplumsal düzeni de bozar. Neden? Çünkü yanlış bilgi anlaşılamayan ve mutabakat potansiyeli içermeyen bir şeydir. Bir şeyin anlaşılması, aklımızın çevremizin unsurlarıyla kurduğu tutarlı bütünlükle düzgün şekilde çalışması ve yeni kavramı veya olguyu bu bütün içinde bir yere yerleştirebilmesi demektir. Dolayısıyla cehalet hem aklın tutarlılık oluşturma malzemelerinin eksik olduğuna, yani binanın yapımında pek çok malzemenin eksik olduğuna, hem de binada yanlış malzemenin alındığı anlamına gelir. İyi ama insan cehaletten sorumlu olabilir mi? Eğer çevresinde hiç malzeme yoksa veya çevresi yanlış malzemelerle doluysa o, ne yapabilir ki?

Öncelikle bu tür bir soru da cehaletin eseridir. Çünkü insan akıl sahibi tek canlıdır. Bundan dolayıdır ki hayvanlar gibi yaşamak için belli bir coğrafyaya mahkûm değildir. Sonrasında şunu belirtmeliyiz ki dünya canlılığın sürmesi için sonsuz bir malzeme alanına sahiptir. Hayvanlar bu malzemeleri doğrudan tüketirken insan dolaylı yolları da kullanarak bu malzemeleri ortaya çıkartabilir.

“Ama biz hayatı idame ettirecek malzemelerden bahsetmiyorduk ki?” diyecekler hemen çıkacaktır. O halde şunu söylemeliyiz ki hayatı sürdürmeye yarayacak malzemeler yaratmak süreci, zaten akıl yürütmenin ve ilkeler türetmenin bir başka halidir. İnsan yaratılışının kurallarını keşfettiği kadar, hayatını sürdürmek için kural da geliştirmesi gereken ve üstelik bunu sürekli yapması gereken tek canlıdır. Çünkü insan hayatı, kural izlemeksizin, hayvanlarınki gibi otomatikman sürdürülemez.

Demek ki insanın yaşayabilmesi için öne akletmesi gerekiyor… Akletmeyen insan ne hayatını sürdürmeye yarayacak şeyleri temin edebilir ne de mutlu olabilir. Çünkü insanın hayatına kullandığı pek çok nesne , o akıl etmeden önce yaratılmış değildir. Arabalar gökten düşmezler, su tesisatları dağlardan kendi yollarını bulup gelmezler, tuğlalar topraktan kendiliklerinden bitmezler.

Maddî evreni böylece şekillendiren insan aklı, mutlu olmak için de beraberken en az zarar verecek davranışları geliştirecek kuralları keşfedip geliştirmiştir. Eğer insan akletmek için gayret sarf etmeseydi bu kurallar toprağa gömülü madenler gibi gizli kalacak ve insan insanlaşamayacaktı. O halde şu noktaya geliyoruz ki insanlar “varoluşu sürdürmeye” yaradığını düşündükleri bir takım sınırlayıcılara (kurallar) uygun olarak eyleme geçer. Bu sınırlayıcılar olmasaydı birbirimizi yok etmekten bizi hiçbir şey alıkoyamazdı.

İşte şimdi ideolojilere geliyoruz. İdeolojiler birer büyük düşünce çerçevesidirler. İçlerindeki fikirleri kendi çapları, şekilleri ile şekillendirir, sınırlandırırlar.

“İdeolojiden bize ne ki?” diyebilirsiniz şüphesiz. Eğer hayvan sürüleri gibi yaşıyor olsaydık ( ki bazen, gitgide o hale gelip gelmediğimizden ciddi anlamda endişe duyuyorum) şüphesiz haklı olurdunuz.

Biz sürüler halinde değil, topluluklar ve toplumlar halinde yaşıyoruz. Yani? Yanisi beraberliğimizi sağlayan ve bazen, bazılarımızın ihlal ettiği, sürekli geliştirilmesi gereken kurallarla bağlı olarak yaşıyoruz.

Sorun şu ki bu kuralların olduğu gibi algılanması, yorumlanması gibi bir şey söz konusu değil. “Düşünür” dediğimiz insanlar kuralları nasıl keşfettiğimize, nasıl geliştirmemiz gerektiğine dair sürekli düşünmüştür. İşte bu insanların ortaya koydukları “düşünme usulleri” akıl yürütmelerimizin yönü ve sınırlarıyla ilgilidir. İdeolojiler bu açıdan akıl yürütmelerimizi “çevreler”…

Bundan dolayıdır ki her ideoloji kendi içinde bir tutarlılık kaydıyla bağlıdır. Bu tutarlılık, öncelikle ideolojinin dayandığı aksiyomlar ve bunlara dayanan önermelerin birbiriyle tutarlığı, sonrasında ise bütün bunların, bizim varoluşumuzla uyuşup uyuşmadığına dair bir kayıttır.

Size “mülkiyet hırsızlıktır!”diyen bir ideoloji, “hırsızlığı” kötülenmiş, men edilesi bir eylem olarak kabul ediyorsa, “hırsızlık” eyleminin, neyin ihlali olduğunu da açıklaması gerekir. Eğer hırsızlık yalnız ve ancak mülkiyet hakkının ihlali ise o vakit hem hırsızlığın hem de ihlaline sebep olduğu hakkın kötü olması mümkün değildir! Bu örneği vermemizin sebebi uygulandığı her yerde ancak ölüme ve mutsuzluğa sebep olmuş bir ideolojinin, bu aksiyom üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Bu niye önemlidir? Çünkü en başta söylediğimiz gibi yanlış bilgi yok mesabesindedir ve yanlış bilgiye ulaşmamıza sebep olacak her türlü fikri araç ve çerçevede bu açıdan varoluşumuza aykırıdır, yani zararlıdır!

Peki ama mesela “din” gibi ilâhi kaynaklı bir emirler bütünü varken insan neden kendi başına düşünüp bir şeyler keşfetmelidir ki? İçinde hiçbir tutarsızlık olmadığını bildiğimiz bir “ideoloji” olarak dinler varken neden başka düşünce çerçeveleri icat edilmiştir?




(Devam edecek)

Hiç yorum yok: