8 Aralık 2010 Çarşamba

Empati Sorumluluğu Ve Etnik ırkçılığın Empati Sömürüsü



Empati, bir duygudaşlık çabası… Kendini karşısındakinin yerine koyarak onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak.

Bu açıdan Türk toplumu ki sanki kendisinden uzlaşmaz farklılıklarla rahatlıkla ayrılabilen bir Kürt toplumu varmış gibi sürekli empati eksikliğiyle suçlanıyor.

Burada da “Yıllardır yasaklanan kültür, baskılanan dil…” ezberleri kullanılıyor. Bu da artık bir etnik ırkçı ezber haline gelmiştir ve bozulacaksa asıl bu ezber bozulmalıdır.

“Kendimizi bir Kürt’ün yerine koymaya” çalıştığımızda aklımıza hemen bir soru gelmeli: “Hangi Kürt’ün?”

Yukarıdaki soru, genellikle bütün Kürt’leri etnik ayrılıkçılığın sahibi, öznesi gibi görenlerin sorduğu bir sorudur. Diyelim ki etnik ırkçı bir Kürt’ün yerine koyuyoruz kendimizi. O zaman “ Kendi egemen devletini baskıcı, ırkçı Türk toplumu ve devleti yüzünden kuramamış, ırkı, soyu ile kendisini herkesten ayırıp farkı olduğunu gösterebilen, bundan dolayı da kendi kaderini tayin etmek hakkı olan bir “ulusun” bağımsızlık savaşçısı..” olarak kendimizi görebiliriz.

Bunu anlamak kolaydır. O halde şu soru sorulabilir: “Madem bunun Kürt’lerin gözüyle böyle görüldüğünü anlayabiliyorsunuz, neden onlara istediklerini vermiyorsunuz?”

“Hangi Kürt?” sorusunu saklı tutmak kaydıyla, öncelikle empati sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi belirtmeliyiz. Bunun böyle hissedildiğini, böyle anlaşıldığını Türkiye’de herkes biliyor ve bazı yönlerden bu düşüncelerin haklılık payı taşıdığında da hemfikir.

Mesele şu: Bu duyguları anlamak, bu düşünceleri öğrenmiş olmak bu duygu ve düşüncelerin doğru ve haklı olmasına yetmiyor. Peki ama neden? Biri ısrarla böyle düşünüyor ve hissediyorsa artık onun düşüncelerinin doğruluğunu ve duygularının haklılığını tartışabilir miyiz? Elbette tartışabiliriz ve asıl tartışılması gereken de bunlardır! Peki neden bunlardır?

Çünkü bir ilişkide sorumluluk iki taraflıdır. Hiçbir ilişki bir tarafın salt alıcılığı ve talebi diğer tarafın salt vericiliği ve arz ediciliği üzerine kurulamaz da ondan.

Etnik ırkçı Kürt’ler tam anlamıyla tarihsici ve Marksist bir söylemle ortaya çıkmaktadır. Nedir bu söylemin özelliği? Bu söylemin özelliği, sözde “ezen ezilen çelişkisi”/ diyalektiği üzerine kurulmuş olmasıdır. İkinci özelliği de tarihsel bir kuralcılıkla taleplerinin tarihsel sürecin bir gereği olduğu ve bundan dolayı reddedilemez olduğu savunmalarıdır.

Birinci özelliğin yaşadığımız dünyada ne tam olarak giderilmesi mümkündür ne de Marksist bakışla böyle bir ilişkinin var olmadığı bir yer bulmak mümkündür. Çünkü hayata bu şekilde baktığınızda evdeki ebeveynin birbiri üzerine etkisinin, çocuklara etkisinin bile bu şekilde yorumlanıp izale edilmesi gerektiğini savunacak kadar psikotik bir hale gelebilirisiniz.

İkinci özelliği ise tarihçilerimiz defalarca cevaplamış olmasına rağmen tarihsel determinizm/kuralcılık algısına yol açan şeyin kaynağının sanıldığı gibi Türk ırkçılığı olmadığın özellikle vurgulamalıyız. Bir insanın bir izlenim edinmesi, izlenim kaynağından değil, izleyenin algılamasından kaynaklanır. Bu yüzdendir ki sizin üstünüzde kötü izlenim bırakan birini sırf bunun için suçlayamazsınız.

Etnik ırkçılığın bütün söylemleri bu izlenim gerçeğinden ibarettir. Peki ama bu gerçekten bir izlenim midir? Yoksa hakikatin kendisi midir?

Bunun cevabını tarihe, tarafların yaptıklarına, amaçlarına ve kullandıkları araçlara bakarak vermekten başka çaremiz yoktur.

Osmanlı İmparatorluğu kurucuları Türk olan bir cihan devleti iken etnik ırkçılık ve emperyal politikaların ( Bütün büyük devletler ideolojilerinden bağımsız olarak emperyal politikalar güderler, …) birleşmesine cevap verememesi yüzünden dağılmıştır. Görülmüştür ki imparatorluğun bakiyesi artık kurucuları olan Türk Milleti ve onun himayesindeki etnik bir takım gruplardır.

İmparatorluğun dağılmasından sonraki varlık mücadelemizin, millî bir istiklâl mücadelesi olduğunu herkes kabul etmiştir. Kabul etmeyenlere de bu, İstiklâl Harbi ile kabul ettirilmiştir. Savaş, tartışmaların en kesinidir. Dolayısıyla “kadim Kürt yurdu” sanılan ve bin yıldan uzun bir zamandır bizim olup hükmettiğimiz adalet ve emniyet sağladığımız öz vatanımızda kendi egemenlik hakkımızı herkese kabul ettirdiğimiz son savaş, Türk Milleti’nin hiç yoktan ortaya çıktığı bir olay değil, kadim varlığının son defa tescil ettirildiği bir akitleşme olmuştur.

Bundan dolayı Türk Milleti kimseye herhangi bir şey borçlu değildir. Osmanlı devrinde de Anadolu’nun tek ve mutlak hâkimi Türk Milleti olmuştur, Cumhuriyette de… Eğer etnik ırkçı Kürtler empati geliştirmekten bahsediyorlarsa bizim bu duygu ve düşüncemizin asıl gerçeklere dayandığını da anlamalılar.

Cumhuriyet devrinde Türk varlığına açık ihanet sergileyen ve huzursuzluk kaynağı olabilecek Rum grupları mübadele ile kendi soydaşlarının yanına gönderilmiştir. Geri kalan her grup ise artık yepyeni ve modern bir teşkilatlanmaya sahip Türkiye Cumhuriyeti’nde bir daha ayrılmaya mahal vermeyecek şekilde Anayasal bir dayanakla Türk Milleti olarak tanımlanmış ve bütünlüğün sağlanması yoluna gidilmiştir. 1876 Anayasası’nın dahi bir Türk Anayasası olduğu hatırlanmalı ve bundan sonraki Anayasalarımızın da aynı millî özelliği sürdürdüğü gözden kaçırılmamalıdır. Peki Türk Milleti’nin bunu yapmaya hakkı var mıydı? Elbette vardı, çünkü egemenlik bir çocuk oyunu değildi ve Anadolu üzerindeki Türk egemenliği hakkındaki tartışma İstiklâl Harbi ile bitirilmiş idi. Bu mücadele açıkça Türk adı ve kimliğiyle yürütülmüştür!

Ve Türk milleti, imparatorluk bakiyesi bütün milletleşememiş unsurları da kendi milletleşme macerasına katarak ülkedeki idarî, siyasî bütünlüğün toplumsal alt yapısını tesis etmek istemiştir ki bundan daha doğal bir şey olamaz. Bu noktada şunu bir kere daha belirtmeliyiz ki oluşumu ırksal birliğe değil, tarihsel bir hukuksal birliğe dayanan bir kavimler cem’i olarak Türk Milleti’nin bu soyut ve kavrayıcı özelliğinin tek ve egemen olması haline “istiklâl”/ bağımsızlık denmiştir! Savaşımızın da bütün amacı bu istiklâli korumak olmuştur. Dolayısıyla artık “Ben Türk değilim, anam babam Kürt’tü, Ermeniydi!” demek, İstiklâl Harbi ile sağlanan bağımsızlığa ve bu bağımsızlıkla yeni baştan kurulan millî birliğin soyut ve meşru özüne aykırıdır! Kan, soy sop bağını, kurala dayana bir beraberliğin önüne koymak meşru değildir! Neden?

Çünkü modern devletlerin kurulmasıyla birlikte millî kurucu unsurların kültürel bütünleştiricilikleri ve egemenlikler nihai şekilde kabul edilmiş ve artık bu birliklerin ırki, kabilesel mensubiyetlerle parçalanması gayrimeşru kabul edilmiştir.

Peki modern devletlerde kabile mensubiyetinde ısrarların sonu ne olmuştur? Bu ısrarlar eğer şiddet içermiyorlarsa ifade hürriyeti kapsamında ve gayri resmi şekilde dillendirilmişlerdir. Bu ısrarın silâhla sürdürülmesine hiç bir devlet müsamaha göstermemiştir.

Peki Türkiye’de etnik ırkçılığın tarihi nasıldır? Türkiye’de etnik ırkçı Kürtçülük, birlik ve beraberlik sağlayan ve kendi feodal egemenlik sahalarında standart bir devlet hakimiyeti getiren yeni devletimize karşı defalarca isyan etmiştir. Bu isyanların özelliği, ifade hürriyeti kısıtlamalarına karşı olmak değildir. Bu isyanların özelliği, herkesin ama herkesin artık vergileri ile kurulan devlet düzenin bir parçası olması, herkesin ama herkesin kurucu Türk Milleti’nin bayrağı altında Türkçe var olmasıdır. Peki Türk Milleti’nin kanıyla defalarca kazandığı egemenlik hakkına, kendi ülkesinde isyan etmeye kalkmak meşru görülebilir mi? Bu ülkenin Türk ülkesi olması hakkını Türk Milleti defalarca kazanmıştır. Ve bu topraklardaki egemenlik hakkı bölünemezdir! Dünya da da sırf etnik grupların kaprisi yüzünden egemenlik hakkından feragat eden tek millî devlet bulamayız!

Etnik ırkçılığın “Kültürel baskı, asimilasyon” gibi söylemleri son Marksist Kürt ayaklanmasının bahaneleridir. Bunlar açıkça yalandır. Çünkü bu işlerin başı olan siyasetçilerin hepsinin ülkenin her yerinde mülkleri vardır ve hiç kimse bunları elde etmelerine etnik kökenlerinden dolayı itiraz etmemiştir. Hepsi bu ülkenin okullarında rahatlıkla okumuşlar, herkesle aynı sınavlara giderek kazandıkları hiçbir hakları Kürt oldukları için ellerinden alınmamıştır. Hçbir mahkemede ırki mensubiyetleri sorulmamış ve buna göre karar verilmemiştir. Türk Milleti adına karar veren mahkemelerin adalet sağlayıcılığından ve bu adaleti koruyan Türk polisinin ve askerinin sayesinde mülk edinip aile kuran insanların bunlara ırkçı itirazlar yöneltmesinin adı “ihanettir”.
O halde olan şey gerçekte Türk Milleti’nin ırkçı baskısı değil, etnikçi Kürtlerin,aynı dini paylaştıkları ve kendisi tarafından sürekli korundukları bir milletin parçası olmamak ısrarını asılsız sebeplere, yanlış kanaatlere ve izlenimlere dayandırmalarıdır. Siyaset ve en nihayetinde yargı izlenimlere değil, hakikate dayanır!

Eğer hakikati ısrarla reddederek kendi algılarınızı insanlara hakikat diye dayatmaya kalkıyorsanız ya nevrotik biri olarak tedaviye alınırsınız veya ciddi şekilde toplumdan tecrit edilirsiniz. Bugün etnikçi Kürtçülüğ’ün hali bundan ibarettir. Çünkü basitçe gayri resmi ortamda ifade hürriyeti olarak halledilebilecek bir dil meselesi, sayısız yalan ve iftirayla büyütülerek, ucubeleştirilerek, “soykırım”, “asimilasyon” gibi adlandırılarak ve üstelik alçakça, haince bir terör tehdidiyle, bize “gerçek” diye kabul ettirilmek istenmektedir. İşte kendisiyle “empati” geliştirmemiz istenen çarpık psikoloji budur! Bir deliyi tedavi etmenin yolu onun gerçeğini kabul etmek değil, kabul etmemektir. Onun gerçekliğini anlama gayretiniz onu kabul etmek değildir! Tedavi ona gerçeğin kendi algılarından farklı olduğunu kabul ettirmektir.

Eğer arada şiddet tehdidi olmasa bu yapılabilir. Oysa bugün etnik ırkçılığın çarpık tarih ve toplum algısı, ırkçı nefreti bir topluluğun psikolojisi olarak ikame edilmeye çalışılmaktadır ki sadece bu ihanet bile etnik ırkçılığın siyaseten yasaklanması ve etnik terörün silâhlı unsurlarının yargılanma dışı bırakılarak fiilen yok edilmesi için yeterli sebeptir.

“Türk” dediğinde ırkına, soyuna, sopuna bakmaksızın, aynı bayrak altında kendisiyle barış içinde yaşayan herkesi kendinden bilen bir milletin karşısına ırksal farklılıkla, dil farklılığıyla çıkarak üstelik onun evinde ona kafa tutmak, hukukla ve demokrasiyle açıklanamaz. Bu ancak çarpık bir psikolojinin, derin bir korkunun ve bu korkuyla beslenen aşağılık duygusunun neticesi olan bir algılama bozukluğu ile açıklanabilir.

Öyleyse empati geliştirmemiz istenen Kürt ırkçılarının, her şeyden önce yaşadıkları hürriyet ortamının farkına varmaları gerekmektedir. Hem bu milleti reddedip hem de bu milletin himmetini ve hüsn-ü kabulünü istismar ederek siyasi temsil hakkının ve hele vatandaşlık hakkının kazanılamayacağını ve korunamayacağını bilmelidirler.

Hiç yorum yok: