17 Temmuz 2010 Cumartesi

Türkiye’de Milliyetçiler Neyle İlgilenirler?



Türkiye’de milliyetçiliğin tarihi bir tepkiler tarihidir aslında. Önce Balkanların kaybına, daha sonra imparatorluğun geri kalanının kaybedilmesine, fiilî düşman işgaline, komünist iç savaş tahriklerine ve daha sonra da Türk adından nefretle kendini var eden Ermeni ve Kürt ırkçılıklarının vahşetine duyulan tepkiler Türkiye’de milliyetçiliği daha doğrusu siyasî milliyetçiliği karakterize eder.


Tarih boyunca büyük ve egemen bir millet olmanın verdiği gururun, bir imparatorluğun kaybıyla zedelenmesi Türk milliyetçilerinin iyileşmeyen yarasıdır.
Bundan dolayı Türk milliyetçileri için tarih her zaman önemli bir varoluş sebebi sayılmıştır.
Hatta belki biraz da mübalâğa edersek neredeyse tek varoluş sebebi ve ilgi sahasıdır tarih, Türk milliyetçileri için.

Milliyetçi camiada tarihe duyulan ilgi, “gelenek” ile bağdaştırılmış ve fikri bir hiyerarşi meydana getirilmiştir. Böylece sürekli, tarihin ve “eskilerin” peşinden gidilen ciddi bir kast yapısı kurulmuştur.


Bu kast yapısında, milliyetçi gençlerin neyle ilgilenmeleri, neler okumaları gerektiği hep katı bir disiplinle dikte edilir.

Buna kast yapısı dememizin sebebi şudur ki bu yapı içinde milletini sevmek asgari müşterekinde buluşmak yetmez. Hatta bu hemen hemen önemsizdir. Bu mensubiyet müştereki doğrudan yaşlılara biat haline dönüştürülür.


“Bu, milliyetçiliğin genel tabiatı mıdır?” diye soracak olursak, buna “evet” diye cevap vermek zordur. Bizdeki özel haliyle milliyetçilik, en baştaki seçkinci ve şehirli yapısından koparak popüler ve tepkisel siyasete dönüştüğü andan itibaren bu hale gelmiştir.


Maalesef Türk Milliyetçiliğinin büyük ocağı da bu sığlaşmadan nasibini almıştır.
Türkiye’de milliyetçiler, tepkilerini slogan düzeyinde bir ideolojiyle ortaya koyacakları bir siyaset ortamını yeterli bulmaktadırlar.


Bundan dolayı da mesela “dokuz ışık” gibi bir “doktrinin” gerçekte hangi ideolojiye yakın durduğunu hâlâ bilememektedirler.


Çünkü popülerleşme ile ortaya çıkan sığlaşma, tepkiselliğin ötesinde derinlemesine bir fikir hareketini imkânsız hale getirmiştir. Bugün Türk milliyetçiliğinin fikri felâketinin en feci örneği, Türk Ocakları gibi bir entelektüel kurumun, kendi içinde dahi siyasî mülâhazalar ve idare-i maslahatçılıkla meşgul olmasıdır.


Türk milliyetçiliğinin köylüleşmesi ve siyasîleşmesiyle beraber “entelektüel ahlâk” ve “yaratıcılık” konuları ilgi dışında bırakılmış ve hiyerarşik bir tepkiselcilik bir ideoloji gibi benimsenmiştir.


Bundan dolayı meselâ Türk Milliyetçiliğin entelektüel merkezi olduğunu varsaydığımız Türk ocaklarından herhangi birine dünyadaki ekonomik kriz gibi bir konudaki fikrini sorsanız muhtemelen kendine en yakın bildiği Marksist dedikodulardan öte size bir şey aktaramayacaktır.

Veya ondan, tanıdığı izlenimci üç ressamın adını saymasını isteseniz muhtemelen bunun milliyetçiliği ilgilendirmeyen bir konu olmasından dolayı bilemeyeceğini söyleyecektir.
Veya ona, en son dinlediği üç türküyü sorsanız muhtemelen milliyetçi mücadelede bu tip hafif işlere yer olmadığını söyleyecektir.

Veya ona en sevdiği öykücüleri sorsanız gene kuvvetle muhtemeldir ki size cevap veremeyecektir.


Veya kaç şair tanıdığını sorsanız, şanslıysanız size Arif Nihat’tan bahsedecektir.

Ama size Türk kültürünün ihtişamından, kudretinden, onu geliştirmemiz gerektiğinden hararetle bahsedecektir. Buna mukabil Bahattin Ögel’in adını duyup duymadığını sorduğunuzda gene kuvvetle muhtemeldir ki size boş boş bakacaktır.

Çünkü Türk milliyetçiliği, kurucu babaları ve onlardan hemen sonra gelenlerin dışında düşünceyi, yaratıcılığı değil, köylülüğün, kapalı toplumculuğun itaat kültürünü benimsemiştir. Bunun en belirgin delili de hamasetimizi okşasalar da felsefi açıdan çoğu gayet boş sayısız tepkisel gazete köşe yazısından öte hiçbir derinlemesine fikrî üretimin olmamasıdır.
Türkiye’de milliyetçiler milletlerinin faydası ile ilgilenir ama faydanın ne olması gerektiğiyle ilgilenmezler. Faydanın ahlâkla bağlantısı olup olmadığı konusu herhalde bir asır daha ilgi sahalarına girmeyecektir.

Türkiye’de milliyetçiler Türk kültürü ile ilgilenir ama Türk kültürü adına hemen hemen hiçbir ürünleri yoktur. Çünkü içinde bulundukları köylülük kastı, onlara “acil siyasi tepkiler” vermek dışında bir düşünce sahası açmamıştır.

Türk müziğinin güzelliğinden bahseder ve Türk dünyası müzikleri dinler ama bağlama çalamazlar, türkü dinlemez ve söylemezler.

Türk resminden bihaberdirler, içlerinde resimle uğraşan yok gibidir, resmi “acil ve pratik” bir ilgi sahası olarak görmezler.

Sinemayla zerre kadar ilgilenmez ama piyasayı dolduran popüler sol tarih dizilerinden şikâyet ederler.

Şiirle ilgileri kısıtlıdır, kendi başlarına bir şiir zevki edinmek onlara büyük bir günah gibi görünür.
Felsefe ilgi alanlarının tamamen dışındadır. Faydayı elde etmek isterler ama onu elde etmek için gereken fikrî ve ahlâkî donanımla ilgilenmezler ki bunun da sebebi büyük ihtimalle çok yakın vadedeki fayda dışında uzun vadeli düşünemeyen köylünün ilkelliğine “gelenek” diye sahip çıkmalarıdır.

İktisatta bütün algıları Keynesyen fırsatçılıktan ibarettir. Sebep sonuç ilişkileri konusundaki inanılmaz fikrî tembellikleri onları ekonomide enflasyonist, içe kapanmacı, kolektivist, korporatist bir çizgiye iter ve hemen hiç biri de bunun farkında değildir. Bir komuta ekonomisinden yana olup da nasıl antikomünist olduklarını iddia ettiklerini hiç düşünmemişlerdir.

Dinle ilgileri gene köylülüğün içe kapanmacı tabiatıyla şekillenmiştir ve bu yüzden cemaatçi, tektürcü ve mutaassıp bir dindarlığı milliyetçiliğin hakîm tonu haline getirmişlerdir.
Kısaca şunu söyleyebiliriz ki milliyetçilik, siyasî sahadaki şarta bağımlı tepkiselliği dışında millete herhangi bir fikrî muhteva sunamamıştır. Kapalı toplumun itaat kültüründen sıyrılmadığı müddetçe de bireyin yaratıcılığından yararlanamayacak ve fikrî fakirliği içinde katılaşıp kalacaktır.







Hiç yorum yok: