16 Temmuz 2010 Cuma

Etnikçi Siyasetin Demokrasiyle Varoluşsal Çelişkisi


*
Sosyalist bloğun, İkinci Dünya Savaşı ile kendine bir haklılık payı elde etmesinden sonraki dönemde demokrasi ve haklar ile ilgili düşüncelerde kolektivist bir ağırlığın kendini hissettirmeye başladığını söyleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marksizm’in, insan iradesinin önüne kolektif sultayı dikmesiyle birlikte demokrasi ve haklar kuramı anlamsızlığa varacak kadar genişletilmiş, belirsizleştirilmiştir.

İnsanın bilgisini bir toplumda elde etmesinden dolayı aklının da o toplumun malı olduğu gibi sapkın ve vahşi bir fikir, bir tür ahlâkî aksiyom gibi kabul ettirilmeye çalışılmış ve demokrasinin ve hukukun böğrüne de bir bıçak gibi saplanmıştır.
Bu kolektivist düşünce en çok kapalı toplumlarca, cemaat yapılarınca kabul görmüştür. Çünkü kapalı toplumsal yapılarda, var olmanın temelinde “bir bütün halinde kalmak” güdüsü yatar. Bir bütün halinde kalmak için bütün atomları birbirine benzeyen bir kitle olarak yaşamak gerekmektedir. Burada kitleyi oluşturan birimlerin kendi başlarına var olması düşünülemez bile. Meselâ bir kapalı toplum örneği olan bazı aşiretlerde kızlar bir mal gibi alınıp satılabilirken namus üzerinde herhangi bir kaygı duyulmazken, kızların kendi sevgilerini sunacakları erkekleri seçmeye çalışmaları en büyük ahlâksızlık sayılmaktadır. Veya kan davarlında hiç kimse “aşiretin” kendisine yüklediği cinayet görevini reddedemez.

Demokrasi bir yönetim mekanizmasıdır, bir siyasî araçtır. Kendi başına bir değer içermez. Ona değer kazandıran, onu kullananların tanıdığı sınırlar ve kurallardır. Demokrasiyi hiçbir sınırlama olmaksızın, hiçbir kuralla bağlanmaksızın kullanmaya kalktığımızda karşımıza demokrasinin ahlâkî erdemlerinden bambaşka şeyler çıkar.
Demokrasi Mises’in deyimiyle, “çoğunluğun barışçı yönetimidir”.
Burada görüldüğü gibi bir hükmedici vardır. Son sözü söyleyen ve akışı belirleyen bu güç, demokrasilerde çoğunluktur.

Demokrasinin bu tanımının da özgür milli devletlerde yani milli bir kurucu çoğunluğun hüküm sürdüğü ülkelerde geliştiğini ayrıca hatırlatmalıyız. Dünya üzerinde çoğunluğun barışçı hükmünün cari olduğu ülkelerin tamamı millî devletlerdir.
Neden böyledir?

Çünkü demokrasi, bir toprağı vatanlaştırmış millî çoğunluklar içindeki genel idarî eğilimleri en iyi yansıtabilecek siyasî rejimdir de ondan.
Fakat burada tekrar, bu aracın kullanımıyla ilgili kayda değinmekte fayda vardır. Bu araç ancak belli kurallar ve sınırlamalar altında kullanıldığında mutluluk için ortam yaratır.

Peki o halde bir demokrasiyi makbul kılan kayıt ve şart nedir?
O şart, yönetimi ele almış olan çoğunluğun hukukla kesin şekilde sınırlanmış olmasıdır. Esasen bizim demokrasinin barışçılığı ile ilgili beklentilerimiz onun “oya” dayanmasından kaynaklanmaz, onun hukukla sınırlanmış olacağına dair zımni bilgimize dayanır.

Oysa bu bir otomatizm değildir. Bir ülkede işlerin oya dayandırılması, oyların mutlaka âdil kararlara imza atacağı anlamına gelmez.

Bunan dolayı, demokrasi sürekli gözetilmesi, kontrol edilmesi gereken bir araçtır. Onu doğru kullanamazsak, namlusu kafamıza dönmüş bir silâha da dönüşebilir. Bundan dolayı da “millî irade” denen lokomotifin doğru yolda olup olmadığı hukuk pusulası ile sürekli denetlenmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, milletten temsil yetkisi alanların faaliyetlerinin sürekli hukuk ile kontrol edilmesi, meşruiyet testine tabi tutulmasıdır. Fertlerin hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti) haklarını ihlal eden hiçbir yasama ve yürütme muamelesi, yüzde kaç oya dayanırsa dayansın hayata geçirilemez, geçirilmemelidir.

Bundan dolayı demokrasi bir bireysel hak rejimidir. Hakların her bir birey için ancak tanımlandığı ve anlamlı olduğu bir denetleme mekanizmasına tabi olan bir çoğunluk rejimidir.

Onun her bir bireyin temel haklarına mutlak saygı ile sınırlanması bizi bir “imtiyazsızlık ilkesine” götürür.

İmtiyazsızlık ilkesi, hiçbir ferdin veya grubun demokrasiyi, demokrasinin uyması gereken temel haklardan ayrı bir hak elde etmek için kullanamayacağı anlamına gelir.
İmtiyazsızlık ilkesinin aksi, herkesin oy miktarına bağlı olarak istediğini “hak ilan edebilmesi” anlamına gelir ki bunun siyasetteki karşılığı ya korporatizmdir veya çoğunluk diktası.

Demokrasiyi bizim için emniyetli ve barışçıl kılan imtiyazsızlık ilkesidir. İmtiyazsızlık ilkesinin de dayandığı en temel ahlâki birim de bireydir.
Şimdi dönüp hemen hemen istisnasız şekilde kolektivist olan etnikçi siyaset aktörlerinin sürekli telaffuz ettikleri “demokratik haklar” söylemini, demokrasinin meşru tanımına göre yeri nerededir, buna bakmalıyız.

Etnik siyasetin özü, etnik siyaset aktörlerinin kendilerini, çoğunluktan uzlaşmaz farklarla ayırt edilebileceğini iddia eden küçük kültür gruplarının temsilcisi saymasıdır.

Etnik siyaset “farklılığın her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi” amacı ile karakterize edilebilecek bir harekettir.

Etnikçi siyasetin merkezinde, “etnik” diye nitelenen azlık grupların “ayrı durmak” güdüsü vardır. bunun dışında hiçbir konu etnikçi siyaseti ilgilendirmez. Etnikçi siyasete “siyasî” sıfatını vermemizin tek sebebi, kendisinin, demokrasi piyasasında bir arzcı olarak sunmasındandır.

Sorun şudur ki etnikçi siyasetin, “siyasî fikir arzı” toplumun genelinin ilgilendiren bir yön içermez. Etnikçi siyasetçiler için toplumun genel sorunları önemsizdir. Onlar yalnızca kendi “oy gruplarının” oylarının sayısı ile orantılı bir menfaat elde etmek isterler. Bu noktada demokrasinin imtiyazsızlık ilkesiyle çelişirler ve yaptıklar iş de siyasetten ziyade oya dayalı tehdit diye nitelendirilebilir. Çünkü etnikçi siyasetçiler demokrasiyi kendi fikirlerinin toplumun genelinden ayrı bir neticeye ulaşması için toplumun genelinin paylaştığı yönetim biçimini istismar etmektedirler.

Toplumun demokrasiden beklentisi, temel haklara mutlak riayet kaydıyla toplumun kendi genel kabullerinin herkes için uygulanmasıdır. Oysa etnikçi siyasetçiler demokrasinin oy mekanizmasını, kurallardan ayırarak kendilerine özel ve tartışılamaz bir egemenlik alanı kurmak için kullanmak isterler. Etnikçi siyasetçiler, demokrasinin kayıtlı olduğu temel hakların dışında, oyları nispetinde menfaatler, imtiyazlar talep etmektedir.

Dolayısıyla etnikçi siyasetçilerin “demokrasi” teriminin kullanışları, bireye dayanan ve haklarla sınırlanmış gerçek demokrasiden “grubun varlığının kutsandığı” kolektivist bir sapkın demokrasi anlayışına dönüşür.
Burada gözlerden kaçan bir diğer nokta etnik siyasetçilerin hareketlerinin, ırkçı özüdür. Etnikçi siyasetçiler.
Bir ülkede demokrasiden bahsedilmesini sağlayan barış ve hukuk rejimi ancak, üzerinde mutabakata varılmış bir millî kimlik ile var edilebilir, var olabilir.
Neden böyledir?

Çünkü “millet” özü itibariyle ırkî mülâhazaları aşmış ve üzerinde anlaşılmış bir büyük kimliği taşıyan toplum anlamına gelir. Çünkü millet tanımı itibariyle , “herkes için her zaman geçerli olan kurallara” dayanan bir beraberliği ifade eder. Bu arada, milletin “ tarihin bir döneminde aynı hukuk çatısı( devlet) altında bir araya gelmiş kavimler cüz’ü” olduğunu da hatırlatmalıyız.
İşte etnikçi siyasetçilerin hareketlerine “ırkçı” diyebilmemizin sebebi, hukuka dayalı toplum yerine ırkî aynılığa dayalı kapalı bir toplumu her en pahasına olursa olsun sürdürmek istemeleridir.

Onlar, bir kolektiviteyi, aynı barışçı aracı ayrımsız kullanabilmekten dolayı kendini bir egemenliğin eşit parçaları olarak gören insanlardan ırk ve lisan temelinde ayırmaya çalışmaktadırlar. Bu açıdan demokrasinin barışçılığına da karşı çıkmaktadırlar. Zaten etnik ırkçı siyasetin, dünyada da etnik terörü de kendi sözde siyasetinin bir tehdit unsuru olarak kullanması tesadüf değildir.

Bütün bu sebeplerden dolayı etnikçi bir siyasetin demokraside yeri olamaz. O demokrasinin özü ile çelişmektedir. Etnik siyasetin olduğu yerde demokrasi yıpranmaya başlar. Çünkü etnik ırkçılar asla kendilerinin de içinde bulunduğu ve sahiplenildikleri temel haklar düzlemini yeterli bulmamakta ve çoğunluğun varoluşunu ve haklarını inkâr ederek ve bu inkârın vahşete varan sonuçlarını asla idrak edemeyerek demokrasiyi de tehdit etmektedirler.

Bir ülkede “etnik” diye nitelendirilebilecek bir veya birkaç grup var ise onların temel haklarının çoğunlukça sürekli gözetilmesi için uyarıcı bir rol üstlenen sivil örgütlenmeler kurulabilir şüphesiz.Ama millî bir egemenlik alanında temel haklarından ayrımsız şekilde yararlanabilen grupların bu haklardan ayrı haklar menfaatler talep etmesi de çoğunluk diktası kadar kötü bir fesat rejimine yol açacaktır. İşte etnikçi siyasetçilerin kapalı toplumlarındaki şartlanmalarıyla beyinlerinde tahrip olmuş vicdani muhakeme budur.



* Köpek durmadan "Nefret" diye havlamaktadır
ABD Anayasası'ndaki birinci tadilata atfen "Adalet":
" Eğer bu kudurmuş köpeği koruyacaksam, bir kulak tıkacına ihtiyacım olacak!"




Hiç yorum yok: