11 Temmuz 2010 Pazar

Sınırlı Devleti Hatırlamak



Yeniçağ yazarı Sabahattin ÖNKİBAR’ın 11 Temmuz 2010 tarihli “Aydın Doğan ile Turgay Ciner ne zaman kovulacak?” başlıklı yazısı, popüler yazılar için enfes bir örnek oluşturuyor.
Ülkemizde, “köşe yazısı” denen yazıların “konuların suretini” tasvir edip de mahiyetine değinmeyen şeyler olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Burada , olayların araksındaki komploları ifşa etmekten bahsetmiyoruz.
Burada söz konusu olan, olayların arkasındaki insan felsefesizliği…
Yazının bana göre anahtar cümlesi şu:
İktidarla işiniz olursa, ona muhalefet edemez ve her dediğine boyun eğersiniz!”
Bu cümlenin bir müspet bir de menfi yönü var.

Müspet yönü, yazarın, güce dayalı ilişkilerin, adaletten uzak olduğunu anlamış olması.
Menfi yönü ise “iktidarı” sadece “çoğunluk partisi”/hükûmet anlamında kullanması…
Her dönem, muhalif yazarlar, hükûmetlerin, yandaşlarını kayıran politikalarından bahseder durur…

Ama hiç biri “kayırmak” yetkisinin meşruiyetini sorgulamaz.
Burada “iktidar” kavramına değinmekte fayda var.
İktidar olmak belirleyici olmaktır.
Her ne isteniyorsa onu belirleme gücüne sahip olan insan veya insanlar grubu “muktedir” olarak nitelenir.

Meseleye böyle bakınca, “iktidarın” siyasî iktidardan, hükûmetten farklı ve daha geniş bir kavram olduğu ortaya çıkar.
İşte bu noktada Önkibar dahil olmak üzere memleketteki bütün yazarların meselelere çok dar baktığını fark etmeye başlarız.
Neden böyle söylüyoruz?

Çünkü bir memlekette günlük hayata dair uygulamaları yani siyaseti belirleyen şey, sadece siyasî iktidar olmayabilir!

Meselâ bugün, kendisi hapiste bir mahkûm olmasına rağmen, bebek katili, oy çoğunluğuyla seçildiği için kendini “iktidar” olarak niteleyen bir partiden çok daha belirleyici olmaya başlamıştır.

Bahsettiğimiz belirleyicilik, en başta felsefe dayatabilmektir.
Bugün artık basın yayın organlarına hâkim olan felsefe, bebek katilinin çarpık etnik ırkçı-marksist enternasyonalist felsefesidir.

Bugün artık ülkemizde insanlar, bu felsefeye göre, “demokrat” veya “faşist” olarak sür’atle yaftalanabilmektedir. Yani bebek katili kendince bir iktidar odağı olarak hayatımızı belirleyebilmektir.

Öbür yandan haberleşme, ifade hürriyeti gibi konularda siyasilerin veya bürokratların “kerameti kendinden menkul” mülâhazalarına göre meydana getirdikleri sayısız yasaklama, sansür de aynı “belirleyicilik” durumunun başka örnekleridir.

Konunun özü şudur:

İlişkilerin temeline, “belirleyici olmak” ölçüsünü yerleştirirseniz, bütün mesele, ilişkiyi kimin belirlediğine döner.

Bu bebek katili de olabilir, siyasî iktidar da, bürokrasi de…
Bunların hepsini bir sırada saymak belki milliyetçi-muhafazakâr kesim için son derece çirkin görünecektir.

Ama asıl mesele odur ki bu üç olgu da “sınırlanmadıkça” zarar vermeye eğilimlidirler.
Bebek katili, şiddet ile bir milletin gündemini, siyasetini belirlemeye çalışırken, siyasî iktidar elindeki malî ve idarî yetkilerle, bürokrasi de sıradan vatandaşlar için tam bir muamma olan fevkalâde karışık mevzuat yığınının gücüyle vatandaşların hayatlarının akışını belirlemeye çalışabilirler.

Meseleyi “belirleyebilmek gücüne” indirgediğimizde, ortada ne demokrasi daha da önemlisi ne de hukuk kalır.

Önkibar, “İktidarla işiniz olursa, ona muhalefet edemez ve her dediğine boyun eğersiniz!”
Derken farkında olmadan bu noktayı vurgulamaktadır.
“İktidarla işi olmak”, işimizi belirleme gücünü bir başkasına, pratikte de siyasî iktidara devretmek demektir. Çünkü iktidarla işi olmak özetle, piyasayla işi olmamak anlamına gelir.

Neden böyledir? Çünkü piyasada alışverişin, işin şartları satıcı ve müşteri arasında karşılıklı belirlenirken, iktidarla yapılan işlerde şartları iktidar belirler. Siz iktidardan bedava sağlık hizmeti beklerken şartları iktidarın belirlemesini eleştiremez hale gelirsiniz. Nitekim bu gün meselâ ilâç harcamalarında, iktidar ve bürokrasi akıl almaz bir mevzuat karmaşasıyla, sözüm ona bedava verilen sağlık hizmetini, ilaç satıcısının da alıcısının da tabiri caizse burnundan fitil fitil getirmektedir.

Siz “iktidarla iş yaparken” malınızın değerinden ziyade, iktidarın bağışı veya sadakasına güveniyorsunuz demektir. Siz orada geçiminizle ilgili belirleyiciliğinizi, yetkinizi, devrediyorsunuz demektir. Siz böylece iktidara “Malımın değerinin bir önemi yoktur, yeter ki malımı alıyormuş gibi yaparak beni sürekli besle!” demektesinizdir.Sizin ona tanıdığınız bu yetkiyi de iktidar “kâr maksimizasyonunun” kaçınılmaz varlığından dolayı sonuna kadar kullanacaktır.

İşte “sınırlı devlet” kavramı tam da buna karşı olarak siyaset ve bürokrasinin oluşturduğu devlet aygıtının “kar maksimizasyonu” güdüsünün “meşru zemine” çekilmesi ve sınırlandırılması anlamında ortaya çıkar.

Sınırlı bir devlet, sizin malınızın ( ki emek de özünde bir maldır) değeri hakkında herhangi bir görüş beyan etmeksizin, kendi müşterilerinizle fiyatı özgürce belirleme ortamınızı temin eden devlettir. Alışverişlerde yalana ve talana mani olmak dışında, alıcı ve satıcıların neye nasıl baktıklarıyla ilgilenmeyen devlettir.

Aynı devlet siyaset ortamında da haklara yönelik her türlü fikri ve eylemi engelleyen ama bunun dışında temel haklara riayet eden hiç bir siyaseti engellemeyen devlettir. Görüldüğü gibi sınırlı devlet bir “ilkeler devletidir”.

Buna göre de hiç kimsenin elindeki silâh, oy ve mevzuat gücüne bakılmaksızın, ilkeler ve kurallar önünde eşit sayılmasını sağlamakla görevlidir ve görevi de ancak bundan ibarettir.
Kısaca sınırlı devlet, vatandaşların hayatlarının değil, “iktidarın” sınırlarının belirlenmiş olduğu devlettir; bu iktidar, ister oy çokluğuna, ister mevzuat ağırlığına isterse silâh tehdidine dayansın…

Yazıyı ünlü çok satan yazar Dean R. Koontz’un “Kalbin Karanlık Irmakları” adlı kitabının arka kapak sözüyle bitirelim:
“Size her istediğinizi verecek kadar güçlü bir devlet, günün birinde hepsini geri de alabilir.”


Hiç yorum yok: