14 Temmuz 2010 Çarşamba

Milliyetçilik Üzerine Yanlış Ezberler; Türk Ve Kürt Mensubiyet Şuurları Arasındaki Farklar






Dünya’nın soğuk savaş döneminden çıkıp da etnik savaşlar dönemine girdiği son yirmi yılda en sık kullanılan terim belki de “mikro milliyetçiliktir”.
Etnik savaşlar, modern dünyada millî devletlerin/ ulus devletlerin sonunun geldiği endişesini uyandırdı.



Balkanlar kelimenin tam anlamıyla un ufak oldu, Kafkaslar neredeyse köy köy ayrıldı. Dış müdahalelerin ötesinde Irak ve Afganistan içlerindeki etnik farklılıklar yüzünden fiilen parçalandı. Bunlardan ayrı, Afrika ülkeleri, insanlık dışı işkencelerin ve katliamların yaşandığı sayısız kabile savaşların sahne oldu.



O halde düşünmemiz gereken şey şu gibi görünüyor: Yirminci Yüzyılın sonlarına damgasını vuran bütün bu çatışmaların sebebi “mikro milliyetçilik” midir?



Başındaki “mikro” sıfatına rağmen bu hatalı terimin bize çağrıştırdığı şeyler, ayrımcılık, şiddet, ayrılıkçılık ve ırkçılık gibi olumsuz kavram ve davranışlardır.
Çünkü terimin özüne atfedilen kötülüğün esas kaynağı, milliyetçilik kabul edilmektedir.
Milliyetçilik duygusunun kötü sayılmasının sebepleri nelerdir?



Yaygın ve fakat hiç sorgulanmamış ezber kanaatlere göre milliyetçilik bir topluluğun saflığına inanarak o topluluğu diğerlerinden üstün görmek, diğer bütün toplumları düşman saymak, topluluk içindeki her türlü azınlığı dışlamak, baskılamak demektir.



Bütün bu kötülükleri toptan veya kısmen taşıyan kötü örnekler var mıdır? Elbette vardır. O halde bu örneklere dayanarak milliyetçilik” kavramının ortadan kaldırılmasını isteyebilir miyiz?
Burada ciddi bir mantık hatası yapılmaktadır.



Zira insanların kurallara, tanımlara riayet göstermemeleri ile kuralların tanımların varlığı bir gerekirlik/illiyet ilişkisi içermez.



Hepimiz hırsızlık yapmanın yalnızca polisiye tedbirlerle değil, ahlâken de men edildiğini bilir, yalnızken dahi sadece kurala uymak iştiyakından dolayı hırsızlık yapmayız. Ama bir kısmımız yalnız değilken dahi hırsızlık yapabilir. Öyleyse çalmamakla ilgili ahlâk kuralını işlemez ve yanlış mı kabul etmemiz gerekir?



Sadece bu sebepten dolayı bile “Sui misalin emsal olamayacağını” söyleriz.
Bir kötülüğü, bir kavrama dayanarak yaptıklarını söyleyenleri gördüğümüzde kendimize sormamız gereken şey şudur: Kavramın bağlamı ve içeriği ile fiilin unsurları örtüşüyor mu örtüşmüyor mu?



Bu durum bizi tanıma ve anlama bağlılığa götürür.
Eğer hiçbir tanım ve anlamın gerçek olmadığını, bütün bunların hiçbir bağlayıcılığı olmayan, buharlaşıp giden sözler olduğunu söylerseniz siz ancak keyfi bir zor kullanımının gerçek olduğuna inanan barbarlarsınız demektir.



Dolayısıyla milliyetçilikle ilgili müspet veya menfi hükümlere varırken de hükümlerimizi tanımlara ve anlamlara dayandırmak mecburiyetindeyizdir.
O halde milliyetçilikle ilgili en genel ve yanlış kabulden başlayarak sorunu aşama aşama çözmeliyiz.



Milliyetçilikle ilgili en yaygın yanlış kabul, onun, yaşanan mensubiyet şuurlarının genel adı olduğudur.



Milliyetçiliğin bir mensubiyet şuuru olduğu doğrudur ama her öznenin mensubiyet şuurunun genel adı olmadığı da bir hakikattir.


O halde hangi öznelerin milliyetçiliğinden bahsedebiliriz?
Milliyetçilik veya milliyet şuuru en kısa kısa tanımıyla, milletleşmiş toplumların fertlerinin yaşadığı mensubiyet şuurunun adıdır.



Bu durumda genellikle şuna benzer soruların gelmesini bekleriz: “ iyi de her toplum bir millet değil midir? Dili ayrı olan, hatta ırkı ayrı olan her toplum birer millet olduğunu iddia ettiğine göre herkes milliyetçiliğin öznesi sayılmaz mı?”



Eğer anlaşma vasıtasını farklılığın veya milletleşmenin yegâne ölçüsü sayabilseydik, şüphesiz işimiz çok kolaylaşırdı. Bu durumda “dilleri” farklı olan her köy ahalisine birer devlet kurmak hakkı verir ve barışı sağlardık. Gerçekten barışı sağlayabilir miydik? Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Şimdi konuyu dağıtmamalıyız.



Sorudaki başka bir unsur da ırkî farklılıktır. Genellikle “etnik” diyebileceğimiz toplulukların ilk dayanakları dil, ikincisi ise ırktır. Çünkü soy ilişkilerini takip edebildikleri, kan bağının gücünü yaşattıkları kapalı toplumlarıyla etnik gruplar, elle tutulur bu tip bir farktan daha önemli bir mensubiyet şuuru olmadığını sanırlar. Peki ama Türk, Alman, Fransız, Amerkan gibi “marka” milletlerin mensupları acaba kendilerinde böyle bir ırkî dokunulmamışlık, saflık ve kuvvetli kan bağları hissetmekte midirler?



Şimdi meseleyi biraz daha açmalıyız. Madem etnik mensubiyet şuurunun milliyet duygusundan farkına kısaca değindik ki buna daha sonra daha uzun değineceğiz, şimdi “milliyet şuurunun” içinden çıktığı toplumun özelliklerine bakmalıyız.
Milliyet şuurunun içinden çıktığı toplumlar milletlerdir. Millet, her toplum için geçerli olmayan bir addır.



Neden böyledir?
Sadri Maksudi’nin “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” adlı kitabından mülhem, bir milletin, “Tarihin bir döneminde bir hukuk çatısı( devlet) altında bir araya gelmiş kavimler cüz’ü” olduğunu söyleyebiliriz.



Tanıma bağlı kalmak gerekliliğini bir kere daha vurgulayarak aslolanın tanımdan sapan fiiller değil, tanımın kavramsal meşruiyeti ve geçerliliği olduğunu hatırlamalıyız.
Peki ama bu tanımın geçerliliğini nereden bilebiliriz? Bu tanımın geçerliliği milletin niteliklerini saymaktan ziyade, onun “meşru” oluşum zeminini tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Burada, liberteryen yazar Nozick’in “ Emniyet sağlayıcı tekelin kendiliğinden oluşumu” ile ilgili açıklayıcı fikirlerinin köklerini buluruz.



Bu tanım, resmi pozitivist mantığın ifade ettiği dil, kültür, din birliği gibi benzeşme unsurları üzerinden yapılan tanımlardan daha kavrayıcı ve gerçekçidir.



Çünkü milleti sayılı unsurların ortaklaşması olarak tarif etmeye kalktığımızda, bu unsurların hepsiyle uyuşmayan toplulukları nereye koyacağımızı bilemez hale geliriz. Meselâ popüler kullanımı ile “dilleri” farklı olan Çuvaşları, dinleri farklı olan Hakasları, kültürlerinde farklılıklar taşıyan Kazak’ları Türk tanımının içinde nereye oturtacağımızı bilemez hale geliriz.
Halbuki bu kavimlerin/ toplulukların hepsi hem bizim Türk saydığımız hem de kendilerini Türklük dairesinde kabul eden hem de diğer milletlerin, Türk saydıkları topluluklardır.
O halde Türklük sayabileceğiniz her türlü maddi manevi ortaklık unsurundan öte bir şeydir.




Türklük bir fikirdir.


Türklük kendiliğinden doğmuş bir benzeşmeyle meydana gelmiş bir fikirdir.



Türklük bir hukuk çatısı altında bir araya gelmiş kavimlerin zamanla ve kendiliğinden benzeşmeleri ile ortay açıkmış bir fikirdir.



Türklüğün bir fikir olduğunu söylememiz onun soyut niteliğine işaret eder. Bu soyut nitelik bütün milletler için geçerlidir. Milletleşmiş bütün topluluklar, milletleşmeden önceki aile, kabile, aşiret, bağlarının ötesinde soyut bir varlığı paylaşarak toplumlaşmışlardır.



Bundan dolayıdır ki milletler, ailelere, aşiretlere, kabilelere, kavimlere göre çok daha büyük nüfusa, geniş bir genetik/ırkî çeşitliliğe aynı zamanda kültürel çeşitliliğe sahiptirler.
O halde milletleşme öncesi aşamada saydığımızı toplumsal yapıların farkı nedir?
Aslında fark iki önceki cümlede ifade edilmiştir.



İnsanın, hayatta kalma şansının, bir arada kalmak olduğunu anladığı günden bu yana, önce aile, sonra yakın aileler ve daha sonra aileye en çok benzeyen genişlemiş yapılar içinde kaldığını söyleyebiliriz.


Aile ferdin biyolojik kökenidir. Bundan dolayı da ferde en yakın olanlar ailesidir. Fertlerin işbirliği içinde yaşamasının temel dayanağı ailedir. İnsanın, kendisini benzerleri içinde huzurlu hissetmesinin sebebi de budur.


Mesele şudur ki bir insanın benzerlik ölçüleri, içinde doğduğu toplumun benzerlik ölçülerine göre şekillenir.




Issız bir adada ailesi dışında insanlar görmemiş bir çocuk için ailesinden farklı insanların olabileceğini tasavvur etmek imkânsızdır. Bir adada, dünyadan kopuk yaşayan bir kabile için meselâ ata binmiş İspanyol’lar bambaşka canlılar gibi görünürler.


İnsan, hayatının ilk dönemlerinde biyolojik yakınlığı, gençlik dönemlerinde daha uzak biyolojik yakınlığı, yetişkinliğinde ise kültürel yakınlığı anlar.
Fakat bu anlayış da içinde yaşanan toplumun yapısıyla sınırlıdır.




Eğer içinde yaşanan toplum dışarıyla ilişkisi zayıf bir coğrafyada yaşıyorsa, “değer” olarak içe kapanmayı esas alıyorsa ve buna bağlı olarak evlilik bağlarını daha ziyade kendi içinde kuruyorsa… Ekonomik davranışı, iş bölümünden ziyade, zaruri ihtiyaçların takası seviyelerinde seyrediyorsa… Böyle bir toplum, topluluk/cemaat yapısı gösterir. Bu yapıda mensubiyet duygusunu biçimlendiren “benzerlik algısı” büyük oranda somut unsurlara dayanacaktır. Bir arada bulunmanın temel kuralı da tanınmayı sağlayan görünür özelliklerin korunması olacaktır. Bu özellikler, topluluğa dair özel işaretler, genetik aynılık/ırk, dil, aile tanıdıklığı/akrabalık gibi özelliklerdir.




Böyle bir topluluğun sırlı bir coğrafyada uzun süre yaşaması, onun ekonomik iş bölümünü geliştirmesini engeller. Çünkü bir coğrafyaya bağlı kalan hayat tarzı, büyük oranda o coğrafyayla sınırlanır. Yıllarca ıssız adada kalan bir kabilenin, o adanın doğal kaynakları ve bu kaynaklardan türetilebilecek sınırlı sayıda maldan başkasını bilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla böyle yalıtılmış topluluklarda mübadelenin gelişmiş şekillerinin algılanması zordur. Dolaylı mübadele ve para ilişkilerini de aşan tahvil/hisse senedi gibi sembolik değeler ancak yoğun bir etkileşimle öğrenilen değerlerdir.


Böyle bir toplumun yalıtılmış hayatı nüfus ilişkilerini de yavaşlatır. Kapalı bir toplumda nüfus ancak, bağımlı olunan coğrafyanın şartlarıyla mücadele etmeye yöneliktir. Tabiatın şartlarına yenik düşmemek dışında bir kültür geliştirmemiş topluluklarda, nüfus topluluğun ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi için meydana getirilir.




Bu durumun getirdiği en büyük olumsuz sonuç, kapalı toplumların, dışarıya karşı tepkilerinin “düşmanlık” algısına dayanmasıdır. Bir kapalı toplum yani cemaat/ topluluk eğer uzunca bir süre yalıtılmış bir şekilde yaşamışsa ki bu bir tercih de olabilir, yaşadığı bölgedeki hayatta kalmayı sağlayıcı kuralların dışındaki kuralları, kendi yapısına karşı tehdit olarak kabul edebilir. Bu tip yabancı “kurallar”, topluluğun kendi içinde tanınma özelliklerini gevşetip fertleri kendi başlarına hareket etmeye itebilir.




Bu durumda yıllarca adeta bir “sürü” davranışı içinde tabiatın geri kalan unsurlarına karşı kendini savunmuş olan toplulukta ilişkilerin zemini kaymaya başlar. Bu durumda geleneksel otorite ilişkisi sorgulanıp neden insanların kendi akıllarıyla karar veremedikleri sorulmaya başlanır. Nitekim bu gün Türkiye’deki etnik ırkçı Kürtçü hareketin liderlerinin tamamının aynı zamanda aşiret liderleri olması tesadüf değildir.
Peki etnikçi bir harekete “ırkçı” denmesi yerinde midir?




Buraya kadar anlattığımız kapalı toplumsal özellikleri taşıyan toplulukların, genel benzerlik ölçüleri ve siyasî dayanakları iki tanedir: Bunlardan birincisi “ayırt edilebilir” olması sebebiyle dil, ikincisi ise takip edilebilir aile ilişkilerine dayanması yüzünden ırktır.
Irk genetik aynılık demektir.


Benzerliğin en görünen ve ilkel biçimi şekil benzerliğidir.
Pozitivizmin insana bakışıyla ortaya konan “insan ırklarını tanıma” tutkusu daha sonraları yadırganmış ve dışlanmıştır. İnsan ırklarından bahsetmek, evlilik ilişkileriyle kurulan aileleri yok saymak, insanların birbirlerinin varoluşlarına duyacakları saygıyı küçümsemek demekti.


Bundan dolayı ırk kelimesi artık sadece hayvancılıkta ve veterinerlikte, hayvan sürülerinin görünür benzerliklerini anlatmak üzere kullanılır olmuştur.


Kapalı bir toplumda, çevreyle yalıtıldığı ve büyük ölçüde tabiat şartlarının insafına maruz kaldığı dönemlerde şüphesiz kurallara uyacak kişilerin tanınması arzulanmış ve böyle bir toplumda/ toplulukta birebir ilişkiler ve fiziksel yakınlık birinci plânda tutulmuştur. Dolayısıyla biri meselâ Kürt olduğunu söylediğinde muhtemelen aile bağlarını bir Türk’e göre çok daha kolay açıklayacaktır. Çünkü onun Kürtlük kabulü zaten kapalı bir toplumun ilkel benzeşme ölçülerine dayanmaktadır.




İş açık toplumlara gelince açık toplumların nüfus hareketlerinin çok daha hızlı ve büyük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyük toplumlarda akrabalık ilişkileri artık takip edilemeyecek kadar karmaşıklaşmış ve önemleri de azalmıştır.


İşte bu sebepten, açık toplumlara veya bunun sosyolojik yansımasıyla milletlere mensup olanların, diğer toplumlarla evlilik ilişkisi kurması çok daha kolaydır.


Milletler daha önce de değindiğimiz gibi içlerinde büyük bir nüfus barındıran, ırkî ve kültürel çeşitliliğin bir ağırlık merkezi( büyük kültür) etrafında benzeştiği/ toplandığı açık toplumlardır.
Elbette burada açık toplumun siyasî yönünün eksik bırakıldığı söylenebilir. Mesele odur ki açık toplumlar siyasetlerini değiştirebilen toplumlardır.




Çünkü açık toplumlar değişmeyle ve çeşitlenmeyle büyür ve hayata karşı cevaplarını geliştirir. Dünyadaki büyük rejim/ideoloji değişikliklerini hep milletler gerçekleştirmiştir. Buradaki “açıklık” aynı zamanda etkiye açıklık anlamındadır.




İşte bu sebepten milletlerin fertleri toplulukların fertleriyle rahatlıkla karışır ve o toplulukta eriyebilir. Türkiye’de Kürt nüfusunun, bütün kapalılığına rağmen çok daha fazla olmasının sebebi, Türk’lerin Kürtleri büyük kültürün bir parçası görerek rahatlıkla evlilik ilişkileri kurabilmeleri ve büyük kitleler halinde de bunu yapmış olmalarıdır.
Bütün bu faktörler ferdin kimlik algısını kökten değiştirir.


Kapalı topluma, aşirete, kabileye, kavme mensup olan fert için kimliği o kadar elle tutulur ve gerçektir ki soyunu sopunu kendisi kadar bilmeyen bir büyük toplum/ millet mensubunun nasıl olup da kendine bir kimlik benimsediğini anlayamaz.


Dolayısıyla onu da kendi ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır.


Kapalı toplum/ topluluk ferdinin kendine bir “köken” bulmak gayretinin sebebi işte genetik benzerliğinin/ ırkının ayrılabilir olduğuna dair tarihi bir delil bulmak içindir. Nitekim ülkemizdeki siyasi Kürtçülerin sürekli hayali devletlerden, eski medeniyetlerden kendilerine ata araması boşuna değildir.




Oysa bir Türk için böyle bir problem yoktur, çünkü ailesinin çoktan Türk milletleşme sürecine dahil olmuş olduğunu bilir ve Türklük fikri onun için varoluşun doğal kimliklendirilmesi halini alır.


Bundan dolayıdır ki Türk Anayasası bu ülkede doğan ve kendisine vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi Türk sayar. Bu kabulde doğan kişinin ırkına, diline veya mezhebine bakılmaz. Onun Türk adının doğal bir parçası, milletleşme sürecinin doğal bir üyesi olduğu kabul edilir. Bu kabul sayesinde, ülkedeki devletin yargı organları herkese kör ve tarafsız kalabilir. Bu kabulün altında farklılıkları bünyesinde çoktan meczetmiş ve onları “Türk” adının parçası haline getirmiş bir büyük toplumun/kültürün kendine güveni vardır.




Bunun içinde ırkın yer almaması demokrasinin eksikliğini değil, aksine hukuka bağlılığını gösterir. ABD’de yakın zamanlara kadar sürdürülmüş resmî ırk ayırımı, milletleşme sürecinde farkındalık geliştikçe terk edilmiştir. Bugün etnik ırkçı siyasî Kürtçülerin ırka dayalı ayrışma projeleri bu yüzden demokrasinin çok uzağındadır.


Milletleşememiş bir topluluğun, milletlere özenmesi gayet tabiidir. Ama tarihin eski devirlerinden bu yana gelişmiş bir sürecin sebep ve sonuç ilişkilerini görmezden gelerek işin sadece bir boyutuna ısrarla ve hatta inatla saplanarak milletleşilebileceğini sanmak sadece bir bilgi hatası değildir. Bu yanlış bilgilenme yanlış bir felsefeye ve sonrasında etnik ırkçılığa ve parçalanmaya yol açar.




Nitekim toplulukların veya kapalı toplumların devlet tasavvurları, karşımanın en aza indirildiği, eski kapalı toplumun fizikî yakınlık ve benzeşme arzusunun korunduğu ve “devletin” de sadece bu benzeşmeyi var etmeye yarayan bir zor kullanıcı şeklindedir.


Kapalı bir toplumu, “tanınmış” bir bürokratik otarşinin sınırları içinde, dışarıdan korumak arzusu, aslında kendi tarlasına giren inekle beraber o ineğin sahibini de öldürecek kadar dışa kapalı bir ail/ aşiret yapısının modernize edilmiş halidir.




Bu gün Türkiye, tarihin çok eski dönemlerinde oluşmuş ve hâlâ olgunlaşmaya devam eden bir büyük “Türk” fikri, adı etrafında sergilenmiş bir bütünlüğün tecessüm etmiş halidir.


Bu fikrin mantığıyla, ailevî bağlılıklara dayalı benzeşmişler topluluğunu sürdürmek basitliğini bir tutmak eğer bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa ancak ciddi bir fesat ve kin duygusuyla izah edilebilir.












Hiç yorum yok: