21 Temmuz 2010 Çarşamba

Etnik Siyasetin Meşruiyet Sınırı Açısından Kürt Etnikçiliğine Bakış I


Görünenler üzerinden hareketle kabaca “etnik” sıfatının anlamını kavramaya çalışalım.
Etnik diye nitelenebilecek gruplar için genellikle “ırk” üzerinden bir farklılaştırmaya gidiliyor, görebildiğimiz kadarıyla. Yani etnik sıfatı artık doğrudan ırk farklılığını dile getirmek için kullanılıyor.


Irk kelimesinin insanî meselelerde hele de üstünlük tartışması açmakta kullanılmasının ahlâksızlığı da ortada…


Buna rağmen dünyada hâlâ belli bir coğrafyada neredeyse kendisini dünyadan yalıtmış halde yaşayan, diğer topluluklarla pek fazla karışmayan, karışmamaya da özen gösteren topluluklar yok mu? Elbette var. Bu durum genetik aynılığı sürdürmeye yarıyor mu? Evet.
Ayrıca bu tip “yalıtılmış” topluluklarda geleneklere bağlılık diğer topluluklardan daha sıkı bir şekilde devam ediyor mu? Buna da evet…
Buraya kadar ortaya koyduğumuz bir takım gerçekler kabaca “etnik” denen grupların eşkalini bize gösteriyor.


Etniklikle ilgili bir başka unsur, “etnik” denen grubun, içinde yaşadığı çoğunlukla “uzlaşmaz” bir far göstermesidir. Bu unsur önemlidir, çünkü azlık/çokluk ilişkilerinin seviyesini belirler.
Bir başka ve siyasî sonuçları açısından önemli husus da azlık grubun, içinde yaşadığı toplumun egemenlik sınırları dışında yaşayan egemen bir başka çoğunluğun parçası olup olmadığıdır. Bu noktada azlıkları birbirinden ayırt etmemiz için önemlidir.


Bu tanımları veya farkları ortaya koymak, azlıkları birbirinden ayırt etmek ve siyasî faaliyetler içindeki yerlerini anlamak açısından hayatîdir.


Ortaya koyduğumuz kıstaslara göre bir memlekette, demokrasi sınırları içinde yapılabilecek meşru siyaseti tanımlamaya başlayabiliriz. Zira siyaset, taleplerin, devlet yönetimini etkilemesi için yürütülen resmî ve meşru bir faaliyettir. Bu açıdan siyaset, “devlete kendini ifade etmek” veya ifadenin etkenliğini sağlamak, onu hayata geçirmek faaliyetidir. Bu açıdan da ifade hürriyetinin sınırlarıyla kayıtlı bir faaliyet sahasıdır.


İfade hürriyeti temel bir haktır. Yani maliyeti başkasına yüklenmeksizin, doğuştan getirilen, hayat ve mülkiyet haklarıyla beraber dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez en temel menfaatlerdendir.


Bunun bir hak olması, kişinin/ferdin, bu hakkın kullanımından dolayı taşıdığı sorumluluk dışında, hiçbir keyfî sınırlamaya tabi tutulamayacağı anlamına gelir.


İfade hürriyetinin önemi, “farklı” hissedenlerin, var olduklarını, varoluşsal temel menfaatlerinin dokunulmaz olduğunu, diğer herkese hatırlatabilmelerinden gelir.
Bu farklılık hissi, her konuda ortaya çıkabilir.


O halde sorulması gereken soru şudur: Bir farklılık hissinin “devlete kendini ifade etmek” veya ifadenin etkenliğini sağlamak anlamında ifadesi nasıl olmalıdır?

Bu sorunun cevabı yukarıda siyasetin sınırlarını belirtirken kısmen verilmiştir.

Siyasetin ifade hürriyetinin sınırları içinde meşru olması demek farklılık hislerinin izharı ve bununla ilgili “taleplerin de” aynı sınırlamaya tabi olduğu anlamına gelir.

O halde ifade hürriyetinin sınırları nelerdir?

Aslında ifade hürriyeti hakkının sınırları diğer iki temel hakla olan ilişkisinin de belirleyicisidir.
İfade hürriyeti:
1- Başkalarıyla mülkiyet ilişkilerimizi belirleyen her türlü sözleşmede beyanın doğruluğu
2- Başkalarıyla olan toplumsal ilişkilerde hayat hakkını tehdit eden şiddet ve zor kullanımı ve tehdit unsurlarını içermemek

Kayıtlarıyla sınırlanmıştır.

Bunun yanı sıra, elbette herhangi bir menfaatin “hak” sayılabilmesi için geçerli olan “maliyetsizlik” unsuru da ifade hürriyetinin “varoluşsal” sınırı olarak hatırlanmalıdır.


Maliyetsizlik unsuru, bir menfaatin varlığının bir başkasına bir maliyet yüklememesi durumudur.


Bir hukuk devletinde, başta devlet olmak üzere her makam ve örgütlenme, ferdin temel haklarına kesin bir saygı gösterir. Hukuk devletinde “zor kullanmayı” asla devlet başlatamaz! Devlet ancak temin ettiği hukuk biriliği ve emniyet düzenine karşı girişilen şiddet eylemlerini ve kendi kurucu millî unsuru içindeki ferdî husumetleri gidermek için şiddete başvurabilir.

Dolayısıyla, vatandaşların kendi rızalarıyla var ettikleri zor kullanıcı tekelin varoluşu, vatandaşların şiddet kullanımıyla ilgili sınırlarda mutabık kalmalarındandır. Dolayısıyla da bir memlekette “devlet” dışında bir başka zor kullanma makamına izin verilemez.

Bu makamın, yani devletin meşruiyeti, bir ülkede “herkes için ve her zaman” geçerli kuralları gözetecek, herkesin her zaman kendi gözetiminde tutabileceği, denetleyebileceği tek zor kullanıcı olmasındandır. Bu yüzdendir ki hukuk devletinden uzaklaşıldıkça devlet meşruiyetini kaybeder.
Şu halde, kendini “etnik bir grup” olarak hisseden toplulukların, bir hukuk devletinde, kendilerini siyaset sahasında ifade etmelerini anlamlı kılan sınırlar nelerdir?

Bir hukuk devleti tanımı gereği, bir ülkede “herkes için ve her zaman geçerli” olan kuralların işlemesini temin ettiğinde hiç kimse için hiçbir sorun yoktur.

Ne zaman ki devlet, kuralların işletilmesinde bazı toplulukları/ azlıkları veya çoğunluğu kayırmaya başlar ve bunların sorumluluklarını görmezden gelirse, sorun o zaman ortaya çıkar.

Bu akıl yürütmemize “gerçekten hukuk devleti diye bir şeyin olmadığı” savıyla karşı gelecekler için daha gerçekçi bir tanım olan “tadil edilebilir devlet” tabiri ile cevap verebiliriz. Nitekim tadil edilebilir devlet, hukuk devleti idealine doğru toplumun her bir birimince yani bireylerce yönlendirilebilen, her bir ferdin meşru hak müdafaasının, devlet işleyişinde müteessir emsal teşkil edebildiği devlettir.

Bu durumda, daha önce kaba hatlarıyla ortaya koyduğumuz etnikliği şimdi biraz daha netleştirebiliriz.

“Etniklik” bir ırki farktan ziyade bir toplumsal görecelik durumudur. Bütün bunlara rağmen toplumsal yalıtımdan dolayı takip edilebilir soy ilişkileriyle meydana çıkan ırkî farklılık da söz konusu olabilir.


(Devam edecek)

Hiç yorum yok: