27 Aralık 2008 Cumartesi

Türkiye’de Entelektüel Olmak Mümkün mü?

Başlıktaki soru maalesef oldukça zor. Çünkü sadece kişinin kendi yetkinliği ile ilgili değil.
Öncelikle Marksist kalıplara dayalı toplumsalcı/ kolektivist izahların metodolojik bireyciliğin etik sorumluluğunu hafife almakta, yok saymakta sık sık kullanıldığını bilmemize rağmen cevabımız toplumsal alanla doğrudan doğruya ilgili…
Şüphesiz entelektüeli sıradan insanlardan ayıran fevkalâde bir malûmat alanı ve ilgisi vardır. Ve genellikle bu özelliğin belirleyici olduğu düşünülür. Evet şüphesiz okumuşluk entelektüel için bir gerekliliktir ama yeter-şart değildir.
Buradaki anahtar kelime “okumuşluk”tur.
Entelektüelin ilk akla gelen özelliği olan okumuşluk acaba ne manaya gelir?
Bu soruya ülkemiz şartlarında verilecek cevap: Üniversite mezunu veya akademisyen olmaktır.
Görünüşte akla gelen ilk cevap budur, ama bu cevap doğru mudur? Entelektüel sıfatına, işleri okumak ve araştırmak olan insanlardan daha lâyık kim olabilir?
Ülkemiz şartlarında bu kadar kolayca verilen cevap ne yazık ki yanlıştır. Bunun sebebi basittir. Çünkü akademisyenler, seçtikleri konu hakkında derinleşen, uzmanlaşan ve bunun fırsat maliyeti olarak diğer konuların malumatından mahrum kalan bilgi profesyonelleridir.
Ülkemizde akademisyenlik sadece bilgi alanında derinleşmekle zaman kaybetmenin yanında aynı zamanda hemen hemen militer bir hiyerarşik yapı arz eden akademik cemaate uyum sağlamak için enerji harcamaktır. “Asistanın gönlünü hoş tutan kafasını boş tutar”, “özdeyişi” yetişkin insanları ikinci bir defa “eğitmenin”, kişiliklerini otoriteye göre şekillendirmenin anlatımıdır.
İşte bu durum bir entelektüelin taşıması gereken iki özelliğin de bilinçli şekilde budanması demektir.
Başta bahsettiğimiz malûmat ve ilgi alanının genişliğinin en başta engellenmesi bizimki gibi felsefeye uzak bir toplumda kabul edilebilir bir maliyet olarak görülebilir ama asıl sorun, okumuş insanı otoriteye mahkûm etmektir.
Bahsetmediğimiz ikinci özellik vardır ki o da entelektüelin ahlâkî hassasiyetidir. Ahlâkı kısaca “ Zarar vermemek iradesi” olarak tanımlarsak, okumuş bir insanı otoriteye mahkûm etmek, onun iradesini yok saymak anlamına gelir. Yetişkinlik öncesi çağ için otorite ilişkisi makul ve hatta gerekliyken, ferdi, bir otorite karşısında yetkisiz sorumlu halde tutmak onun ruh durumunu bozar. Onu doğru bildiğini yapmak yerine, otoriteye uymaya sürükler. Belki üniversitelerimizde doçentlik aşamasından sonra akademisyenler bir nebze özgür kalmaktadırlar ama o zamana kadar zaten öğrencilerine ve asistanlarına nasıl davranacaklarına dair otoriter kalıpları çoktan edinmiş olurlar.
Bu durumun daha göze batan örneklerinden biri ülkemizin en büyük üniversitesinin öğrencilerinin ve akademisyenlerinin meşru seçilmiş iktidara yönelik açık darbe çağrısı yaparken hiçbir rahatsızlık duymamasıdır.
Bambaşka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte akademyamızın bu otoriter tavrının altında Osmanlı sarayının seçkinler okulu “Enderunun” mirasını arayabiliriz. Şüphesiz bazı tarihçilerimiz Osmanlı’nın yükseliş döneminde ilmiye sınıfının etik özerkliğini vurgulayacaktır ne yazık ki yetişmiş kişilerin devletin kontrolünde tutulması geleneği bir başka otoriter devlet anlayışından gelmiş Alman kökenli akademisyenlerin inşa ettiği modern üniversitelerimizde de devam ettirilmiştir. Şimdilerde bu gelenek taşra üniversitelerinin artışıyla kırılıyor gibi görünse de neredeyse “babanda oğla” geçen müderrislik geleneği YÖK elitizmi ile sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Otoriter şartlanmamız bize titrlerin, ünvanların, rütbelerin, sıradan akıllardan üstün olduğunu telkin eder.Bu o kadar katı bir şartlanmadır ki uzmanlık sahasıyla ilgili kökten yanlışlara saplanan akademisyenlerin, aynı konuyu okuyan ve kafa yoranlar tarafından eleştirilmesini imkânsız kılar.
Magazin basınının değerlendirildiği bir televizyon açık oturumunda bir hukuk akademisyeni, magazin haberciliği için sınırın, “kamu yararı” olduğunu söylediğinde hiç kimsenin aklına, bunun nasıl objektif olarak ortaya konacağını sormak gelmedi. O kendisince bir çözüm getirmişti ve titri, mevkii onu “nihaî doğrunun” bilirkişisi yapmaya yetiyordu. Oysa sıradan bir vatandaş, “kamu yararını” belirleyecek otoritenin tarafgirliği durumunda bu kavramın anlamının kalıp almayacağını sorsaydı kralın giyinik olup olmadığı anlaşılabilirdi belki de? Hukuk akademisyeni, sıradan vatandaşlardan kalın duvarlarla ayrılan bir elit cemaatin dokunulmazlığıyla konuya damgasını basmıştı.
İşte bu noktada entelektüelin önündeki bir başka engele rastlıyoruz: “Cemaatleşme”…
Bu, Said’in bahsettiği iki büyük zehirden yani profesyonellik ve uzmanlaşmadan daha tehlikelidir.
Bu, toplumlaşmayı engelleyen ilkellik uçurumudur ve maalesef ülkemizde buna marazi bir bağımlılık geliştirmemiş hiçbir fikir kampı yoktur.
Bunun da altında otoriter psikoloji yatmaktadır. Ferdin doğruları yerine, cemaatin egemen rengiyle belirlenen doğrulara uymanın verdiği o tembelce huzur bizi hem fikrî faaliyet sahasında kötürüm etmekte hem de algılarımızı körleştirmektedir.
Cemaatin egemen veya ana akım görüşüne aykırı bakışlar da derhal yok sayılmaktadır.
Bizim gibi geri kalmış bir ülkede fikir faaliyetinin bütün amacı cemaatin ana rengini belirleyecek güce erişebilmektir. Maalesef ülkemizde fikri çeşitliliğin yaratıcı fırsatları ne manen ne maddeten anlam taşımaktadır.
Bizim için önemli olan iman edilecek ana akım cemaat inancına/ ideolojisine sahip olmaktır ki toplumsal düzenin tabiatı hakkında evrimselci/kendiliğindenci oluşumu ve tedrici inşayı benimseyen liberallerin dahi aynı tavrı benimsemeleri geri kalmışlığın, toplumumuzda ciddi bir kalıcı zihnî sakatlık olduğu kanaatini doğurmaktadır. Ferdin aklının, literatür ve akademya yanında açıkça anlamsız sayılması pahalı bir önyargıdır ve bunun bedeli geri kalmaktır. Entelektüel, bütün bir kitleye karşı, aklının inşalarını ve doğrularını hem varoluşsal hem de ahlâki bir iştiyakla savunan bir savaşçıdır.
Şüphesiz fert şartların bir oyuncağı değildir. Şartlardan etkilenir ama iradesi, her türlü zorbalığın, göğsüne çarpıp dağıldığı bir dalgakırandır. Tarihin dönüm noktalarında, yani kitlelerin güç karşısında susup da felç oldukları anların, zafere ve kurtuluşa döndüğü anlarda, daima entelektüelin bilgisini ve iradesini görürüz.
Gene ne yazık ki ülkemiz, otoritenin emrine uymanın “adam olmak” sayıldığı, doğruların savunulmasının bu yüzden neredeyse imkânsız hale geldiği ve bunun ahlâkî sorumluluğundan rahatlıkla kaçılabilen bir ülkedir. Cemaatlerimizin durgun ama yosunlu sularında, kendimizi akıl yürütmenin fırtınalarından korurken aynı zamanda bilincimizi çürümeye terk ettiğimizi idrak ettiğimizde umarım çok geç kalmış olmayız.

Hiç yorum yok: