17 Aralık 2008 Çarşamba

Siyasî İslam Sosyalizmi Neden Benimser? Hukuk Devleti Arayışında Siyasî İslam’a Güvenilebilir mi?


Dünyada İspanyol İç Savaşı, bizde de 12 Eylül dönemi iç çatışmaları, sağ-sol kamplaşmasının ölçülerini belirleşmiştir.

Ezberci sol söyleme göre sosyalist olmayan herkes, Franko yanlısı yani faşist olmak zorundaydı. Solun fikrî şeditliği ve diktası yüzünden bu sahte ayrım hâlâ sürmektedir. Bu dikta aynı zamanda solun” paylaşımcılığının” bir tür etik mutlak olarak algılanmasına da sebep olmuştur. Buna göre “solcu” olmayan herkes bencil, sömürücü ve emperyalisttir.

Sosyal demokrasinin bütün “medenî” imajına rağmen, içerdiği şedit öz durmaksızın bu söylemle kendini gösterir…

Şimdilerde 12 Eylül çatışmalarının tarihinde kendisine bir yer edinmeye çalışmasına rağmen Türkiye’de siyasî İslâm asla sola karşı duruşta merkezi bir yer edinememiştir. Sosyalizmin açık ve bağnaz ateizmine, siyasal İslâmcıların da nefretle baktıkları ülkücüler açıkça karşı çıkmıştır.
Siyasî İslamcılığın Bu tutumu, sola karşı tuhaf, zımni ve çarpık bir sempatinin eseridir aslında…
Söylemleri taban tabana zıt gibi görünmekle beraber bu iki kamp çok temel konularda müştereklere sahiptir.

Mesela her ikisi de enternasyonalisttir. Bu ernternasyonalizm, milliyetçiliğin siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmasıyla açık ve keskin bir nefrete dönüşmüştür.1968’in “tam bağımsızlıkçı” sol söylemine rağmen, solun egemen fikriyatı enternasyonalizmdir. Bunun yanı sıra, etnik unsurların hırçınlığı için bu iki yaklaşım son derece müsait bir kuluçka vasatı olmuştur. Her iki kamp da “Türk” adına karşı beslenen nefretin sözde etik ve siyasî destekçisi olmuştur.
İşin bu enternasyonalist yönü, iki kampın da inanç üzerindeki anlaşmazlıklarını bir kenara bırakabilmelerini sağlamıştır.

Her iki kamp da kafalarındaki “devrimden” sonrasına erteledikleri bir hesaplaşmayı akıllarından çıkarmaksızın toplumu, ümmet veya sınıf temelinde inşa etmeyi hedeflemişlerdir.
Ertelenen hesaplaşma, bürokratik iktidara egemen solcu kolektivizmin başörtüsü sorunundaki tavrıyla ortaya dökülmüştür.

Bunun yanı sıra her ikisi de “ devlet zoruyla paylaşım” konusunda hemfikirdir. Zekâtın bir tür vergi ve Müslümanların imanını doğrudan belirleyen bir ölçüt olduğu fikrini benimseyen siyasî İslam için devletin mülkiyeti ilga etmesi fikri o kadar ürkütücü görünmüyordu. Çünkü “Müslümanın Müslüman kardeşine sorumluğunu” gözetecek ve yerine getirecek âmir ve vekil bir devlet fikri ile proleter diktası, özlerinde aynı şeylerdi.

Bir de sömürgeciliğe karşı mücadelede, dinî örgütlenmelerin liderlerinin, “batı karşıtlığını”, kapitalizm karşıtlığıyla özdeşleştirmeleri ve bu kanaatin zamanında Sovyetler Birliği tarafından yoğun şekilde beslenmesi, daha sonraki İslamcı örgütlenmeler için de bir şablon teşkil etmiştir. Hâlâ referans kabul edilen Kuzey Afrika’lı direnişçi liderlerin tamamının kolektivist olması tesadüf sayılabilir mi? Bu anlayış bağımsızlıktan sonra, petrol zengini olmayan Arap ülkelerinde neden BAASçılığın kurucu anlayış olduğunu sanırım açıklayabilir?

Öbür yandan her iki kamp da “cemaat” temelinde yapılanmıştı. “Diğerlerinden” belirgin şekilde ayırt edilen,kendi içinde son derece homojen ve katı kuralcı beraberlikler, iki kamp için de karakteristiktir. “Devrimden sonrasına erteledikleri” düşmanlıklarıyla sayıları altmışa yaklaşmış sol “fraksiyonların” varlığı bunun delilidir. Öbür yandan, çekişmeleri bu kadar şiddetli olmamakla beraber kesinlikle geçişlilik barındırmayan dinî cemaatlerin varlığı da buna paralellik göstermektedir.

Her iki kamp da toplumsal değişimi “hızlandırmayı” düşünmektedir. Önce Rus İhtilali ve sonra İran Devrimi,bu iki kampı, toplumun, şiddet yoluyla “ıslah” edilebileceği fikrine götürmüştür. Her iki kamp da fikirlerinin hayata geçirilmesinde şiddeti tasvip eden ve hatta öneren bir yapıdadır.AKP “yaşanan İslâm’ın” farkına vararak, toplumda bir mutabakat sağlamış gibi görünse de siyasî İslâmın genel karakterinde herhangi bir değişme olduğunu söylemek için erkendir. Zira, başörtüsü yasakları konusunda toplumdan destek arayan siyasî İslamcı gençlerin, toplumun diğer kesimlerinin özgürlük arayışına karşı duyarsızlıkları ve umursamazlıkları ciddi bir ahlâkî çelişkidir.

Her iki kamp da Popper’ın deyimiyle, “topyekün toplum mühendisliğini” benimsemektedir. Ellerindeki “tartışılmaz” ve “mutlak” doğruları toplumun tamamına “her ne şekilde olursa olsun” kabul ettirmek her iki kampın da ana gayesidir. Her ikisi de birer “tipoloji” sahibidir. Sol, bunu ideal proleterle ifade ederken siyasî İslamcılar “sünnet” terimini istismar eder. Onlara göre, bölünmez, tartışılmaz, değiştirilemez doğrularını egemen kıldıklarında toplumsal barış ve mutluluk kendiliğinden tecelli edecektir. Her iki kampın da “fert” kavramından ölesiye nefret etmeleri sanırım tesadüfî değildir bu açıdan bakınca…

Dolayısıyla temel haklara saygı temelinde yapılanmış, sınırlı bir devlet arayışında siyasî İslam maalesef yaşadığı bütün baskılara rağmen, haklı bir yer edinememiştir ve bu yüzden sınırlı bir devlet arayışında ondan medet ummak safdilliktir. Çünkü ideolojisinin temelleri kollektivizme, kurucu rasyonalizme ve şiddete dayanmaktadır.

Hiç yorum yok: