2 Temmuz 2019 Salı

Beklenmedik Bir Olgu Olarak “Yasal Suç”



2004’te kabul edildiği  haliyle Türk Ceza Kanunu’nun ilk hükümleri şunlar:
“Ceza Kanununun amacı
MADDE 1. - (1) Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir. Kanunda, bu amacın gerçekleştirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları ile suçlar, ceza ve güvenlik tedbirlerinin türleri düzenlenmiştir.
Suçta ve cezada kanunîlik ilkesi
MADDE 2. - (1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz.
(2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz.
(3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.”

1.Maddede kanunun amacı “olabildiğince” ayrıntılı açıklanarak kanunun muhtemel açıklarının engellenmesine gidilmiş. 2. Maddede de suçta yasallık ilkesi getirilerek keyfi cezalandırmanın önüne geçilmiş.

Kanunun ilerleyen maddelerinde ayrıntılı suç ve kusur tanımları var.
Sorun şu:
Türk Ceza Kanunu’nun bu denli ayrıntılı maddelerine rağmen ülkedeki her Kürt’ün birer PKKlı olduğunu ya da PKK’nın, Kürt’lerin temsilcisi olduğunu söyleyenler, nasıl olup da “siyaset” yapabiliyor?

Anlayabildiğim kadarıyla bu durumu ancak “yasal suç” diyebileceğimiz ve paradoks gibi görünen bir olguyla açıklayabiliriz.

Kanunun mevcut haline göre ancak ve yalnız yasama organınca  yani  Türk Milleti’nin tek temsilcisi olan TBMM’nin suç saydığı  fiilleri işleyenlerin, suçlanabilmesi ve yargılanabilmesi mümkün. Bu yüzden “suç kapsamının”  yoruma dayalı olarak genişletilebilmesi imkânsız.

Ve fakat buna karşılık meselâ aynı kanunun 141., 142. Ve 163. Maddeleri kaldırılarak bazı eylemler suç olmaktan çıkarılmış oluyor.

Peki ama o zaman “yasama organının keyfî olarak suç ihdas etmesi ve kaldırması” gibi fiilî bir durum ortaya çıkmıyor mu?

Burada ilk olarak vatandaşların temel haklarının devlet organlarına karşı dahi korunması amaçlanıyorsa bile daha önce suç sayılan herhangi bir fiilin suç kapsamından çıkarılmasının yaratacağı muhtemel sonuçlar acaba yeterince gözetilmiş oluyor mu?

Meseleye bir başka açıdan bakmakta belki fayda vardır:
Hitler ve Stalin dünya tarihinin Mao’yu da dahil edersek birilikte belki de en fazla insan öldürmüş iki canisi…

Bu iki hatta üç cani  hiçbir katliamlarını keyfî gerçekleştirmemiştir. Her üçü de “işlemlerini” kendi devletlerinin yasama organının kararlarına dayandırmışlardır. Yani aslında her üçü de “suçta ve cezada kanunilik” ilkesine uymuşlardır.
İşin garip yanı şudur ki üçü de insanlık suçlusudur. Bu nasıl mümkün olabilmektedir?

Burada  temel sorun yasama organının herhangi bir suç ihdas etmek ve kaldırmak konusunda keyfî davranabilmek durumunun engellenememesidir.

Yasama organının, yürütmenin emrinde bir  “kanun fabrikası” gibi çalışması durumunda -ki özellikle son on yedi yıldır bu, ülkemiz için fiilî bir durum olarak yaşanmaktadır- kimi grupların, meydana gelen durumun yarattığı “boşluklardan” masumiyet karinesi ya da “kusur” durumlarından ayrı olarak yararlanabilmesi durumu ortaya çıkmaktadır ki bu durum “ yasal suç” diyebileceğimiz bir olgu olarak karşımıza çıkmakta…

Suç kapsamının sürekli değiştirilmesi, yeni ve bilinmedik suçlar uydurulmasına imkân verdiği kadar bilinen ve yerleşik suç tanımlarının ortadan kaldırılarak suçlara yeni hareket imkânlarının doğmasına da yol açabilir.

Nitekim meselâ Hıyanet-i Vataniyye Kanunu’nun, yasamanın bir emriyle keyfî olarak kaldırılmasıyla artık bu kanunun âmir kısıtlayıcı hükümleri ortadan kaldırıldığı için Türk vatanının  milletiyle bölünmez bütünlüğünün yasal olarak korunmasına dair bütüncül bir ilkesel koruma da ortadan kaldırılmış ve “özünde” suç olan pek çok siyasi eylem artık rahatlıkla gerçekleştirilmeğe başlanmıştır. Böylece “ihanet” eyleminin bir suç olarak ortadan kaldırıldığı düşünülse de aslında “ihanetin yöneltildiği” “vatan” olgusu da korunmağa değer olmaktan, başlı başına bir değer sayılmaktan çıkarılmış oluyordu. Elbette vatan bir kanunla var ya da yok sayılamayacak bir değerdir amma ve lâkin meselâ Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun “yok edilebileceği” kanaati bir kez ortaya çıkınca  etnik ırkçı-bölücü terör örgütlerinin, şeriatçı terör örgütlerinin ve bunların bütün tamamlayıcı propaganda örgütlerinin, herhangi bir tehdit ve zor ile Türk yasama organına kendi istekleri doğrultusunda bir yasa yaptırabilmek ihtimallerinin olabileceği kanaati doğmuş oldu.

Ve bunun neticesinde meselâ ülkemizde on binlerce insanın canından sorumlu, bebek katili-terörist başı bir vatan haininin heykelinin dikileceğini bize söyleyen, bunu bize dayatmağa kalkan insanların “demokratik ve yasal”  bir eylem yapabilmesi durumu ortaya çıktı.

İşte yasanın  belirlediği sınırların veya yol açtığı boşlukların yarattığı alanlardan  yararlanarak özünde bir “hak ihlali” sayılabilecek fiillerin işlenmesi hali, bu şekilde bir “yasal suç” olarak karşımıza çıkıyordu.

Yasanın belirlediği sınırlardan” Hitler, Stalin ve Mao gibi diktatörler “yararlanırken” “yasanın yarattığı boşluklardan da Türk Milleti’nin meşru varlığına,  Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk Milleti ile bölünmez bütünlüğüne, Türk Milleti’nin egemenlik hakkına karşı olan vatan hainleri yararlandı.

Öyle görünüyor ki bu yeni bir olgu… Kanunların birbirleriyle çelişkileri, kaldırılan kanunlardan meydana gelen boşluklar, daha önce düşünülmemiş fiili durumlar ortaya çıkarabiliyor. Bu durumlar da “suçun ve cezanın kanuniliği” ilkesinden dolayı  “tanımsızlıktan yararlanma” diyebileceğimiz fiili bir çarpık  olguyla PKK gibi bir düşman örgütün  toplumsal taban yaratabilmesine ve hatta partileşebilmesine imkân veriyor.

Bu durumda  görünen o ki  ceza kanunumuzun ve devletimizin milletiyle bölünmez bütünlüğünü teminat altına alıcı metinlerin, gelip geçici çoğunluk partilerinin geçici heveslerinden korunmasını sağlayan değiştirilemez, dokunulamaz ve vazgeçilemez temel ilkelerin acilen konulması gerekiyor.

Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyeceği açıkça bilinen, Anayasamızın ilk üç maddesinin bile açıkça tahkir edildiği mevcut ortamda, korkarım ki “yasal suç” olgusuyla daha uzun süre boğuşmak mecburiyetinde kalacağız.



Hiç yorum yok: