7 Şubat 2018 Çarşamba

Vay Benim Dertli Aklım




Bu yazının bir başka  biçimi vardı.

Söylenecek şeyleri söylemenin farklı yolları var.

Yazarın yazısı onun iç âlemiyle, duygularıyla da biraz olsun şekilleniyor. Dolayısıyla bazı yazılar hırçın olabiliyor.

Bu yüzden bu yazının öbür biçimini yayınlamaktan vazgeçtim.

Rahmetli babam la tartışırken bana “ Beni ikna etmeğe mi uğraşıyorsun, kendini tatmin etmeğe mi?” diye sorardı.

Bu yüzden Türkiye’de hepimizi  pençesine alan “kendi başına düşünmemek” hastalığını mümkün olduğunca sakin değerlendirmeğe çalışacağım.

Hepimiz aslında belli bir kabileye bağlı yaşıyoruz. Günlük menfaatlerimizi temin etmenin en kolay ve hızlı yolu bu gibi görünüyor.

Neden böyle? Çünkü Türkiye’de henüz uluslaşamadık.( Eyvah! Bir okur paradoksuna giriyoruz. Gene tepeden  bakmağa başladım, değil mi? Oysa hepiniz bunları zaten biliyor, Muharrem İnceyi mi, SezginTanrıkulu’nu mu yoksa  halifenizi ya da ulemanızı veya reislerinizi artık her ne iseler desteklemeniz gerektiğini zaten biliyorsunuz.)

Şu aşamadan sonra çoğunuz yazıyı okumayı bırakabilir.   Yazarın okura hitabı bir ego gösterisidir. Yazar ne kadar mütevazı davranırsa davransın, okurun yazamadığı, yazmağa üşendiği, yazmağa değer bulmadığı şeyleri yazarak egosunu sergiler. Böylece yazarla okur arasında bir ego çatışması yaşanır.

Bu yüzdendir ki üstünlükleri akademik veya siyasal unvanlarıyla  veya  şöhretleriyle tescillenmiş insanlara teslim olmak isteriz.

Bu insanlar kendi kabilelerin uluları olarak altlarındaki insanları güdüyorlar.   Vatansız bir takım liberallerimizin icadı “kanaat önderi”  deyimi bu anlama geliyor. Sürüleştirilmiş kabilelerini fikren güden  insanların kitleleri manipüle etmesine bilhassa liberal camiada pek bel bağlanıyor. Ama bunun başka örnekleri de var. Meselâ  CIA’nın Kürtçü  ajanını Atatürkçülük adına partilerinde tutan CHPliler veya “ Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış” AKP’yi din için destekleyen MHP seçmeni…

Bunları  sivri örnekler olarak verdim.

Sürü olmazsak kurtlar bizi kapar  güdüsü her  eylemimizi daha en baştan baltalar. Peki bunun uluslaşmayla ilgisi ne?

Ulus dünya üzerinde ideale en yakın bir adalet sistemini, toplumun en geniş kesimi adına gerçekleştirebilecek ve kabul edilebilecek,tek meşru zor kullanma mekanizmasının sahibi olabilecek en gelişmiş  ve en büyük insan beraberliği de ondan…

Uluslaşmış toplumda insan, kabilelere sığınmaya ihtiyaç duymaz. Kendi aklı ve vicdanıyla hakkını ve hakkı savunur.

O halde suya sabuna dokunmayan ve dahi ancak bireysel gelişimle ilgilenen hiç kimseyi rahatsız etmeyen felsefe nerelere vardı?

Ne bileyim ben?


Hiç yorum yok: