6 Şubat 2018 Salı

Endişeye Dair



Felsefenin özelliği nedir?

Felsefe  ne hakkındadır?

Felsefe, herhangi konuyla ilgili bir mantıksal bütünlük süreci geliştirme çabası  olabilir mi? Örneğin “bilim felsefesi” gibi…

İşin aslı şu: Şu sıralar Epiktetos okuyorum. Onun daha önce “ Düşünceler Ve Sohbetler” adlı kitabını okumuştum. Şu sıralar “Söylevler’ini” okuyorum. Epiktetos ‘ “Felsefe yapıyorum!” deme! “ Adam olmağa çalışıyorum.”de!’ der. Demek ki felsefe insanın doğru ve mutlu bir varlık olmak gayretidir..

Kitapta “Endişeye Dair” diye bir bölüm var. Bölümün özü sanırım, insanın elinde olanlar hakkında düşünmesi, bunlar hakkında yeterli bir idrak geliştirmesi ve elinde olmayanlar hakkında da herhangi bir üzüntü veya kaygı duymaması.

Epiktetos sürekli bu konuyu vurguluyor ki mantıksız değil. Sorun şu: Neyin elimizde olduğu ve neyin elimizde olmadığı konusunu, her zaman bilebiliyor muyuz, bilebilir miyiz?

İnsan eylemlerinin iradi olduğu konusunda herhalde herkes mutabıktır. İçki içmek “isteriz” ve içeriz. Yazı yazmak isteriz ve yazarız. Oy vermek isteriz ve veririz. Peki ama bir varlık olarak varoluşumuza dair eksiklikler bizim irademizle değiştirilebilir mi? Ya da çevremizdeki insanların yaygın cehaletlerinin veya kötülüklerinin etkisinden uzak kalmak için irademiz yeterli midir?

Ama bunların ötesinde mesele fakir kalmak endişesi yersiz midir? Şahsen ben fakir kalmak istemem ve borçlu kalmak,  beni daima endişelendirir. Neden? Çünkü borçlu kalmak kendime ait şeylerin olmaması anlamına gelir.

Fakir kalmak ne demektir? En başta imkân eksikliği demektir.

Ama burada endişenin kökenine inmek istiyorum ki bu yazının aslında kendimle bir söyleş olduğunu akıldan çıkarmamalıyım.
Endişemin kökeninde  ne var?

Sözgelimi fakirlikten korkuyorum. Fakir kalırsam ne olur? Artık yazı yazacak bir bilgisayarım olmaz. Belki evimde  televizyon da seyredemem.  İstediğim şeyleri giyemem, istediğim şeyleri de yiyemeyebilirim.

Ama beni endişelendiren şeyler bunlar mı gerçekten? Öğle yemeği yiyemediğim zamanlarda mutsuz muydum? Hep aynı pantolonu giyerken mutsuz muydum? Tek bir pantolonum varken gittiğim kadar sık bir daha sinemeye gidebildim mi? Ya da çalışmaya başladığım zamanlarda evimde bir bilgisayarım mı vardı? Yaklaşık yetmiş duraklık sabah yolculuklarımda  okuduğum kitaplardan başka ne varlığım  vardı?

O zaman da aynı adam değil miydim? Kıyafetimle bana nasıl muamele edildiğini umursuyor muydum? Ya da bunu umursamak zorunda kalacağım yerlere gidiyor muydum? Ya da bana kıyafetimle ya da paramla itibar edecek insanlarla ilişki kuruyor muydum? Elime şiir  kitabımı alıp açık güvertede oturmak, nişanlıma mektup yazmak, Kadıköy sahilinde gün batışını seyretmek, pazarları kitap pazarını gezmek, güzel filmlere gitmek neyime yetmiyordu? Peki bütün  bunları yaparken başkalarını mı gözetiyordum yoksa kendi mutluluğumu mu gözetiyordum? Elbette kendi mutluluğumu gözetiyordum.

O halde… Galiba Epiktetos haklı… Endişelerin kökeninde muhtemelen “beğenilmek arzusu” yatıyor. Çünkü elimizde ne çok şeyimiz olursa başkaları tarafından beğenilmek imkânının o derece arttığını sanıyoruz. Biz aslında elimizdekileri kaybetmekten korkmuyoruz. Biz elimizdekilerle beraber saygınlığımızı yitirmekten korkuyoruz ki galiba “endişe” denen şey, tam da bu korku.

Zaman içinde gerçekleştirdiğimiz birikimlere meselâ bankacıların gösterdiği ilgi hoşumuza gidiyor. Daha önce altı defa müracaat ettiğiniz halde sizi kredi kartına lâyık görmeyen bankacıların zamanla sizi “muteber” sayması içinizde zehirli bir “hoşnutluk” yaratıyor.

Bunun “hak edilmiş” bir itibar olduğunu düşüyoruz. “Hak edilmiş” itibarı kaybederek “küçük görüleceğimizi” düşünüyoruz. Hadi bunu birinci tekil şahıs olarak söyleyeyim: “Hak edilmiş itibarımı kaybederek küçük görüleceğimi düşünüyorum”. Belki bu düşüncenin farkında değilim, belki de farkına varmak istemiyorum.

Ama asıl sorun şu: Başkalarını beni küçük görmesinden endişelenmemin sebebi, benim  başkalarını küçük görmem olabilir mi? Zamanla başkalarını küçük görmek alışkanlığını geliştirmiş olabilir miyim?   Dünyaya nasıl bakıyorsam dünyanın öyle şekillendiğine dair bir kabul geliştirmiş olmam mantıklı değil mi? Dünyaya bakışım , onun benimle ilişkisine dair beklentilerimin temelini oluşturmaz mı? Dünyayı nasıl görüyorsam dünyanın bana verecekleri de buna uygun olmamalı mı?

Söz gelimi bir şizofren olsam  ve bir takım halüsinasyonlar görsem, tepkilerim de bu  sanrılara göre olurdu. Elbette bu çok uç bir örnek ama daha düşük derecelerde de bu örnek doğru olabilir.

Sanırım bu, egonun en ilkel hali. Çünkü “tepkisellik” barındırıyor.  Beğenilmek arzusu, galiba endişenin kaynağı. Çünkü varlığın, servetin olmadığı zamanlarda dahi insan tatmin olabiliyorsa, mutlu olabiliyorsa servet mutluluğun doğrudan kaynağı olamaz.

O halde servet aslında mutluluğun kaynağı olmamakla birlikte itibarın kaynağıdır ve insanlar bir müddet sonra itibara mutluluktan daha fazla önem vermeğe başlarlar ve artık onu kaybetmek istemezler.

Burada  filozofların üstünlüğü ortaya çıkıyor ki onlar itibarlarını  kendi olgunluklarından başka bir yerde görmüyorlar ve hatta gerçek bir olgunluğa erişmekten başka da bir  mutluluk olmadığını bildikleri için başkalarının servetle elde etmeğe çalıştığı itibara en doğal yoldan ve basitçe sahip oluyorlar.

O halde kendime şunları sormalıyım:

Daha zor şartlarda yaşadım mı?
Evet
Daha zor şartlarda mutlu olabildim mi?
Evet.
Daha  zor şartları hâlâ hatırlayabiliyor muyum?
Evet.
Elimdeki maddi imkânları âniden kaybetsem bile şu anda onlardan çok daha değerli ve hatta paha biçilemez  insanlarla beraber miyim?
Evet.
O halde neden zor zamanlarda yaşadığım kadar basit yaşamıyorum? 

Yazmak mühürlemektir.



Hiç yorum yok: