21 Şubat 2018 Çarşamba

Benim Kimsesiz Şehirlerim



ankara 1970'ler ile ilgili görsel sonucuŞimdilerde Ernesto Sabato’nun “Kahramanlar Ve Mezarlar” adlı kitabını okuyorum. Şimdiye kadar kötü bir  Latinsoylu yazara rastlamadım.

Sabato ile ilgili düşüncelerimi üçlemesini bitirince söyleyebilirim ama  bu denemeyi yazmağa beni iten, başka bir şey.

Öykü de kahramanımız Martin, sevgilisi olacak Alejandrea ile bir Rus’un barına gider. Arjantin’de  yerleşmiş bir Rus göçmenin bir ırmağa bakan barı ile ilgili ne hayal edebilirsiniz?

Dahası Buenos Aires kimin umrundadır ki? İkinci sınıf bir başkent gelmişti aklıma. Oysa yazar için önemliydi bu şehir. Siyah beyaz fotoğrafların ve belki sepya yollarının sonlarına yetişmiş biri olarak şehirlerin sokaklarında henüz uygarlığın hâkim olduğu yıllarda… Şüphesiz önemli bir yerdi Buenos Aires.

Peki  ama… Dünyaya sömürgecilik,  Kızılderili katliamları ve coğrafi keşifler dışında ( Ve elbette Flamenko, iyi yazarlar ve belki iyi müzisyenler) pek bir şey hediye etmemiş İspanyollar ve Portekizlilerin şehirleri neden önemli olmalıydı?

Günümüzde hâlâ Buenos Aires hakkında yazılıyor mu meselâ? Yoksa Arjantin artık 2000’lerin başındaki ekonomik krizle sancılı bir şöhret yaşayıp önemsizliğin rafına kaldırılmış, demode olmuş bir romantizm ülkesi midir?

Bu fikir nereden aklıma geldi?

Son yıllarda özellikle Londra hakkında o kadar çok film çekildi ki havası kapalı, hayatı ağdalı bir serinkanlılıkla akan bu şehrin, dünyanın merkezi gibi sunulduğunu düşünmeğe başladım. Gerçekten öyle mi?  Eski yapısı savaşın yıkıcılığına rağmen korunmuş, ulusal mirasına sımsıkı sarılmış ve merkezi her şeye rağmen taşranın bayağılaştırıcı  saldırılarından korunmuş bir şehir, Londra. Merkezî Londra’dan çıktığınız anda işporta yaşantıların sızdığı bir Victoria mimarisi sizi karşılar Londra’da. Ve buna rağmen İngiliz yaşantısı,  keskin sokaklarla yaşlı çınarlarla aristokrat parklarıyla  size kendisini kabul ettirir.

Ve fakat bunlara rağmen Londra bile aslında bir  yorgunluk ve  unutulmak endişesi yaşar gibidir. Çünkü dünyanın bir ucunda yaşayan ve hiç uyumayan başka bir şehrin biraz da utanmazca akan  Newyork’un yaşantısına  yenik düşmüş gibidir.
ankara ile ilgili görsel sonucu 
Ve canım Ankara’m…

Çocukluğumuzda yürüyen merdivenleri küçük süs havuzlarına ulaşan Yüzüncü Yıl Çarşısı,  küçücük paralarımızda görüp de gerçek hayatta karşılaştığımızda bizi hayran bırakan Ulus Atatürk Anıtı, öğrenciliğimizin  ulaşılmaz  Kavaklıderesi…

İstanbul’dan bahsetmek istemiyorum. Çünkü o artık anılarımda ancak sırtı eprimiş  Attilâ İlhanlı bir  Sirkeci vapurudur.

Peki ama ben bunları niye düşünürüm? Şehirler nasıl yaşar, nasıl ölür ve nasıl unutulur?

 Galiba şehirler insanlar gibi… Onlarla beraber yaşıyor, gülüyor, soluyor ve unutuluyorlar.

Dickens için “ Londra baştan başa yerle bir olsa bile, onun kitaplarıyla yeniden inşa edilebilirdi.” denirmiş.

O zaman şehirleri önemli kılan ekonomik yaşantıları, nüfusları falan değil.

Şehirleri önemli kılan, onların yazarlarca, yaratıcı  zekâlarca ne kadar önemsendiği…  Sıradan insanlar için şehir, barınılan bir yerdir yalnızca. Onların anıları rüzgârda savrulan kâğıt parçaları gibidir. Oysa yaratıcı zekâlar onları toplar ve bunlarla şehir arasında bir ilişki kurar. Böylece dikkat etmeden geçip gittiğimiz bir köşe başındaki ev unutulmaktan kurtulur.

Ve  ne kadar çok yaratıcı zekâ  şehirleri kendi ulusal kimliklerinin merkezine koyarsa şehirler dünyada o kadar çok hatırlanır ve önemsenir.

 Ankara ve İstanbul eskisinden çok daha kalabalık şehirler. Oysa bugün bayağılaşmanın, sıradanlaşmanın, taşralaşmanın, yozlaşmanın, kısırlaşmanın habis urları haline gelmiş durumdalar. Neden böyle? Çünkü artık onlar için üreten kimse kalmamış vaziyette. Çünkü artık yaratıcı zekâlar için bu şehirlerin hiçbir cazibesi kalmamış durumda.

Bunun yanı sıra ülkeye egemen olan yozlaşmış, Arabesk, esnaf/kenar mahalle diktasının, şehirlerimize kimliklerini veren ulusal duyarlılıklarla hiçbir ilgisi kalmamış.

Ulusların uygarlıkla ilgileri şehirlerde ortaya çıkar. Oysa Türkiye bugün uluslaşmadan kabileleşmeye doğru yuvarlanmıştır. Türk Ulusu hayvansal  dürtüler çöplüğünün içinde menfaatleriyle güdülen canlılar krallığında debelenmektedir.

Bu çöplüğe uyum sağlamış canlılar şehirlerde bir müddet barınabilir ama bu ilkellikle şehirleri yaşatabilmemiz mümkün değildir.

Böyle giderse şehirlerimiz içinde canlıların yaşadığı ama sadece hayatta kalmak için çırpındığı bina yığınlarına dönecektir.

Çünkü uluslaşmanın uygarlaşmaya ilgisi yitirilmiş olacaktır.

Çünkü artık iki ayak üstünde yürüyen Homo simplexler, şehirleri için yazmayı, söylemeyi, çizmeyi bırakmış olacaklardır.

Ve belki de çoktan olmuştur, olacak olan…

Hiç yorum yok: