8 Şubat 2018 Perşembe

Sınıf Safsatası Bizim Neyimiz Olur?



“ CHP İstanbul teşkilatı PKK’nın eline geçti!” falan deyip de çok sevdiğim solcu arkadaşlarımın dahi  “Irkçı, faşist köpek, köpekçi ( Bozkurt’u benimsediğim için), Kürt düşmanı, kafatasçı” vs  hakaretlerine uğramak istemiyorum. Aslında vaka bu olmasına rağmen solun içinde  debelendiği bunalımın kaynağına bakmak istiyorum.

O halde… Ulusal bütünleşmeye  havadan fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde dahi 6. Filo kindarlığıyla sağı içindeki bütün çelişkilere rağmen toptan karalayarak insanlık suçlusu haline getirmek için uğraşan böylece onunla uzlaşabilecek milliyetçileri de kırıp dökmeyi umursamayan sol uzlaşmazlığa  aynı sertlikte mukabele etmek hakkım doğmuyor mu?

Ama bu girişin konuyla bir şekilde ilişkilendirilmesi gerekiyor.

O da şu: Solun yıkıcı, kırıcı, haşin uzlaşmazlığı ne yazık ki onun, kendi kurucu paradigmasına duyduğu kesin ve ilkel inancından kaynaklanıyor. Nedir  kesin inançtan beslenen bu paradigma? “ Sınıf safsatası”.

“Sınıf "safsatasına, “kavram” diyerek onun bir yararlı ya da en azından tutarlı bir düşünsel inşa ya da keşif olduğunu kabul etmemiz mümkün değil.

Peki ama “sınıf” safsatasının kabahati nedir?

Toplum üretenlerin ve kapitalistlerin  çelişkisi yüzünden acı çekmiyor mu? Toplumsal sorunların temelinde sınıfsal çelişkiler bulunmuyor mu? Tarih bir “sınıflar mücadelesi” değil mi? İnsanlık ulusların ötesinde bir sınıfsal yapılanmadan oluşmuyor mu? İşçilerin vatanı yoktu, değil mi?

Romantizme, duygusallığa ve aşırı empatiye sadece beş dakika ara vererek birazcık serinkanlı ve akılcı  düşünebilirsek yukarıdaki soruların özlerinde yanlış olduklarını göreceğiz. Neden ve nasıl?

“Sınıf” endüstri toplumunun ortaya çıkışıyla ortaya atılmış bir fikir. Neden? Çünkü endüstri toplumu iş bölümünün ve zamanlamanın en kesin ve net şekilde geliştiği toplum. Burada sisler arasında kalan nokta şu: Endüstri toplumu “zaten meydana gelmesi gereken” doğal bir toplum değildi ve endüstrileşme de tarihin bir cilvesi veya kanunuyla meydana gelmedi.

Endüstri devrimi, toplumda sınıfları oluşturan din elitlerine karşı fikir hürriyetinin kazanılması, bilginin bu tutuculuğa rağmen  yaygınlaştırılması, fikir mülkiyetinin kurumsallaşması ile gerçekleşti. Bütün bunlar yararları önceden bilinerek yapılmadılar elbette. Ama ısrarcı tutuculukların ve sınıfsal katılıkların yol açtığı zararların uzun süre gözlenmesi sonucunda el yordamıyla da olsa keşfedildiler ve sonra da geliştirilediler. Yani sanıldığı gibi “sınıf” endüstri toplumunun bir zehirli atığı falan değildi.

Endüstri devriminden önce de toplumda “sınıflardan” bahsedilebilirdi ki sınıf, aslında endüstri öncesi toplumlara ait bir olgudur. Oysa “sınıf” düşüncesi, tam da sınıfların toplumsal geçişlilikle alabildiğine zayıfladığı bir dönemde ortaya atılmıştır. Bu dönemde aristokrasi önemini yitirmiştir, insanlar iş değiştirebilmeğe, yatırım yapabilmeğe, gelirini artırabilmeğe başlamıştır. Endüstri toplumu, toplumun her kesiminin yönetime ilgisinin ve katılımının arttığı bir toplumdur ki böylesi bit toplumsal yapıda aristokrasinin sınıfsal dayatmasından artık bahsedemeyiz. Ve tam da burada iddialı bir biçimde sınıflı toplumun endüstriye geçişi yavaşlattığını, geciktirdiğini endüstri devi İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’daki kast sistemi örneğine bakarak söyleyebileceğimizi sanıyorum.

O halde Marx anlık bir kesit alıp bunu dinamik bir topluma uyarlayabileceğini sanarak toplumsal geçişlilik,  para ve servetin hareketliliği, tasarruf imkânlarının yarattığı refah imkânları gibi unsurları görememiştir. Ve bunun sonunda da “ aslında değişmeyen, hep bugünü yaşayan” ilkel  toplulukların romantik masumiyetini sosyalizmle toplumu sınıftan arındırılmış bir halde dondurmak hayaline kaynak saymıştır.

Onun “ tarihsel materyalizmi” ve diyalektiği bütün değişim iddialarına rağmen aslında “ bir kere kuruldu mu asla değişmeden kalacak bir endüstriyel refah cenneti” hayaline dayanıyordu.

Bu da sınıfların ortadan işçilerin şiddetiyle kaldırıldığı ve böylece herkesin sonsuz bir mutluluk ve gönüllülükle destekleyeceği bir işçi diktatörlüğünü yaratacaktı.

Marx en başta bir tarihsel hata yapmıştı. Çünkü öncelikle tarihi kültür  ve sosyoloji penceresinden okumak yerine kendi fantezilerine göre bir tarih oluşturmağa kalkmıştır. Bugün dahi onun fantastik tarihsel şablonunun iktisat fakültelerinde bir gerçekmiş gibi okutulması inanılması zor bir tutuculuktur.

Tarihi kültür ve sosyoloji penceresinden okumaktan vazgeçtiğinde, “sınıf” saydığı işçilerin farklı ülkelerde neden onun kafasındaki şablonlara uygun davranmadığını açıklayamamış burada bir “kapitalizm komplosu” uydurarak işçilerin aralarındaki kültürel farklılıkları aşabileceğini sanmıştır.

O “sınıf”  safsatasını alabildiğine büyütüp semirtirken insanın doğasını anladığını sanıyordu. Oysa insan doğasındaki ortak özellikleri anlamak yerine insan doğasının kendi düşündüğü gibi olması gerektiğini dayatmağa çalışıyordu. Dünyayı anlamağa çalışan filozofları küçümsüyor ve doğasını hiç anlamadığı insanı kendi tarihsel şablonlarına göre biçimlendirmeğe kalıyordu.

Oysa insan doğası, sınıf  fikrini yanlışlıyordu.

 Çünkü meselâ  insan zengin de olsa fakir de olsa her zaman çok olanı az olana tercih ediyordu. 

Toplumsal konumu ne olursa olsun bir zaman tercihine göre hareket ediyordu.

Geliri ne olursa olsun, başkalarının varlıklarını, kendi varlığına dokunulmaması gerektiğine dair ferasetiyle geliştirdiği bir empatiyle dokunulmaz sayıyordu.

İnsan, hayatını bir çelişki olarak görmüyor, aksine geliştirilmesi gereken bir uyum ağı olarak görüyor ve buna göre davranıyordu.  Çelişkileri, çelişkinin taraflarından birini yok ederek çözeceğini düşünen Marxist ilkellik burada insanın hayatta kalma şekline  çarpıyor ve parçalanıyordu.

Ve daha özel şartlarda  insanlar kendi uluslarını, insan beraberlikleri içinde  gerçekleştirilebilecek en büyük uzlaşma  şekli olarak görüyor ve bunun ötesinde bir olguyu da kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla Marx’ın romantik müdafaaına mazhar olan sevgili işçileri, savaşta ve barışta kendi uluslarını, Marx’ın asla idrak edemeyeceği kıskanç bir sevgiyle  benimsiyor ve koruyorlardı.

Ve bu noktada Marxizm aslında akılcı bir izah olmanın ötesinde  alabildiğine romantik bir dinsel  inanca ve yobazca bir harekete dönüşüyordu.  Çünkü ne kuramsal olarak insan toplumlarının temelindeki tarihi, kültürü, dili vs görebiliyor ne de  bunların insan eylemelerine etkilerini anlayabiliyordu.

İşte bu yüzden sosyalizm nerede hayata geçirildiyse sözde halkların kardeşliği adına  rejimin kurucusu başat ulusun doğal baskısı, sözde enternasyonalist kardeşlik ve eşitlik hayaline rağmen kanla ve yıkımla egemen kılındı. İnsan doğasına uymayan sosyalizm, milyonların kırılması pahasına  yerleştirilmeğe çalışıldı. İnsanlar, sosyalist ülkelerde, doğalarına uymayan bir hurafeye itaat etmeğe zorlandılar. ( İsveç sosyalizmi, mülkiyete ve ticarete diş geçirememiş sosyalizmin, popülist ve uzlaşmacı  ödüncülüğünden başka bir şey değildir. Sosyalizmin piyasayı ve hürriyeti öldürebildiği hiçbir yerde refah ve hürriyet  gelişmemiştir.)

Sınıf hayalinin kutsandığı yerde ulusal kimliklere ve tarihe yer yoktu. Pratikte başat bir ulusun baskısı olmaksızın yaşatılamayan devletlerin varlığı dahi sınıf fikrinin bir safsata olmaktan ileri gdiemediğini göstermeğe yetiyor da artıyordu.

Peki bu durumun, Kürt etnikçiliğinin,  solun çoğunluğunu  ele geçirmesiyle rehin almasıyla veya kendine aşık etmesiyle ne ilgisi var? Şu ilgisi var:  Sınıf safsatası solcuları kendi uluslarına karşı körleştiriyor. Onların kendi uluslarının değerlerine yabancılaşmasına ve hatta düşmanlaşmasına  sebep oluyor. Çünkü sınıf safsatasıyla , ulusal tarih, dil, duygu birliği, hukuk birliği gibi olgular bir arada bulunamıyor.

Bir kere sınıf safsatasını benimsediğinizde, ulusunuzu meydana getiren bütün değerler “insanlık dışı kapitalist bir dayatma veya uydurma” haline geliyorlar. Bunları savunan insanlar da insanlık suçlusu birer ırkçı ve faşist oluveriyorlar. ( Muhtemelen yazıyı okuyunca beni engelleyecek pek çok solcu arkadaşım gibi…)

Hal böyle  olunca  ülkenizi ve ulusunuzu tehdit eden etnikçi şiddet hele sizinle aynı paradigmayı benimsiyorsa size , adı Türk olan büyük bir ulustan nefret etmeğe başlıyorsunuz. Aslında  ideolojiniz gereği nefret etmediğinizi söyleseniz bile Türk’ün egemenliği dahi size insanlık dışı bir baskı rejimi olarak görünmeğe başlıyor. Meselâ bir CHP milletvekilinin “ Hayatta duymaktan en çok tiksindiğim söz “ Şehitler ölmez vatan bölünmez!” sloganı!”demesi bu nefretin bir ifadesi.

Sınıf safsatası var olmayan ve asla olmayacak bir çelişkiyi insanların kafasına sokarak Marx’a göre doğal  bir kan ve yıkım eyleminin meşrulaştırıcısı / rasyonelleştiricisi oluyor.

İşte bu yüzden Türkiye’de sol, ulusal bütünlüğün yıkılmasında  enternasyonalist/ümmetçi siyasal islâmcılarla doğal bir ittifak halinde çalışıyor. Anayasa’nın 66. Maddesindeki Türk isminin silinmesini Kürtlere yaranmak için kabul eden solun kitlesel temsilcisinin aklındaki  temel çarpıklık, işte bu sınıf safsatasında yatıyor.*






2 yorum:

Unknown dedi ki...

ÖZENLE SEÇİLMİŞ BİR KONU.ÇOK YARARLI, SOSYOLOJİ YE BU KADAR HAKİM BİR ECZACI VAR MI?

Afşar Çelik dedi ki...

Estağfurullah efendim...
Bugünlerde sosyal medyada ülke bekaası ile ilgili konuştuğum sosyalistlerde gördüğüm bir açmaz bu. Şimdiden teşhis edilmezse daha kritik günlerde ciddi problemlere yol açabilecek bir konuydu.

İlgi gösterip zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum, her zaman bekliyorum.

Saygılar.