22 Ocak 2016 Cuma

Gerçekliğin Görünümleri Ve Ahlâk

- Eğer beni öpersen yakışıklı bir prense döneceğim
-  Konuşan bir kurbağayı tercih ederdim


Gerçeklik konusu, felsefi eksikliğin  çıkmaz sokağıdır.

Gerçek , kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.  Gerçeğin bu tanımı, bizi gene de  gerçeğin görünümleri konusunda  duyarlı olmaya mecbur eder.

Gerçek tekse  “gerçeğin görünümleri” diye bir şey olabilir mi?

Gerçeği özelliği apaçık ortada olmasıdır. Sorun, gerçekliğin niteliğidir.

Gerçekliğin apaçıklığı konusu özellikle ahlâkî tartışmalarda  bir sorun teşkil edebilir. Şöyle ki gerçekliğin apaçıklığının, onun kabullenilip kabullenilmemesiyle ilgisi  göz ardı edilir.

Meselâ apaçık bir  haksızlığın veya şiddetin “gerçekliğini” görmekle onu kabullenmenin aynı şey olup olmadığı  tartışılır.

Gerçekliğin görünümleri, işte bu noktada  ortaya çıkar.

Gerçeklik konusundaki en büyük yanılgıları onu kaçınılmaz ve değiştirilemez olarak görmek eğilimleridir.

Gerçeklik iki şekilde belirir.

Öncelikle doğanın bir unsuru, düzenliliklerin değiştirilemez bir  öğesi olarak belirir. Yerçekimi gerçektir.  Havanın, suyun varlığı gerçektir. Bizim onlara olan ihtiyacımız gerçektir. Vukuu bulmuş her olasılık bir gerçektir, “gerçekleşmiştir”. Bunları başka türlü anlamamız imkânsızdır. Gerçekliğin doğal görünümleri kendi varlıklarını bize dayatır.

Diğer yandan, insan iradesiyle “gerçekleşen” şeyler vardır ki işte bu görünümdeki gerçekler, hâlâ “ihtimallere” , “şartlara” bağlı olarak ortaya çıkan gerçeklerdir. Varlıklarının tartışılmazlığı söz konusu değildir. Apaçık bir şekilde ortadadırlar ama diğer yandan farklı bir algılama biçimiyle değiştirilebilir haldedirler. Politik müdahaleler, toplumsal değişimler “an itibariyle” gerçektirler. Fakat buna rağmen  onların bu apaçık varlıklarının insan iradesinden bağımsız şekilde sürdürülmesi mümkün değildir.
İşte ahlâk bu noktada ortaya çıkar. Ahlâk, zarar vermemek iradesidir.

Zarar vermemek iradesi, insanın, gücü yettiği, yapabileceği halde zarar vermekten kaçınması iradesi demektir. Demek ki “muktedir olmak”, mutlaka yapmayı gerektirmez. Kötülüğe muktedir bir insanın bundan kaçınması, kötülüğün gerçekliğini reddetmesi demek değildir. Zarar vermekten kaçınan birey, kötülüğün, apaçık ve kendisinden başka bir şey olarak anlaşılamayacak olduğunu bilir. Buna rağmen  varlık alanını kötülüğe terk etmez.

Bunun yanı sıra gücü yetmediği halde haksızlığa karşı duran insan da kötülüğün gerçekliğini bilir. Onun kötülüğün gerçekliğini bilmesi, kötülüğün varlığını meşru veya mutlak görmesi anlamına gelmez.  O bilir ki kötülüğün asıl zararı,  gerçekleri saptırmasıdır. Kötülüğü bilmek onun zararlı etkisini anlamak demektir. Gerçeklere karşı hele de gönüllü bir körlük insan varlığını tamamen inkâr etmektir ki bu da insan soyunun yok olmasına sebep olur.

Gerçeklikle ahlâk arasında ki köprü  adalet mekanizması  vasıtasıyla kurulmuştur.

Adalet, kendiliğinden var olan gerçekliğin yargılanamayacağını,  doğal ölümün, yerçekiminin,  doğal afetlerin insan yargısının ötesinde olduğunu kabul eder.

 Fakat buna karşılık, insan iradesiyle ortaya çıkan, yani “gerçekleştirilmiş” eylemlerin her zaman bir zararsızlık testine taabi tutulması gerektiği kabulüne göre hareket eder.

O halde insan eylemleri nasıl yargılanır?

İnsan her zaman fazlayı aza tercih eder.

İnsan her zaman kendisinin ve ailesinin canını korumak ister.

Bu iki davranış insanın doğal gerçekleridir. İnsanın toplumlaşması yaratılışının bu  iki gerçeğine dayanır. Bunlar  dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel haklara kaynaklık ederler. İnsanın bu iki temel dürtüsü yargılama dışında kalan gerçeklerdir.
Sorun bu iki gerçeğin saptırılmasından çıkar ki işte yargılanması gereken şey de budur.

İnsanın fazlayı aza tercih etmesi “doğalken”   fazlaya haksızlıkla/hırsızlıkla  ulaşması kabul edilemez. Oysa bir hırsızlık meydana geldiğinde, bir gerçek  olarak ortaya çıkar. Hırsızlık gerçekleştiğinde, onun gerçek olduğunu söylemek, onun su, hava veya doğal afetler  gibi yargılanamaz sayılması gerektiği anlamına gelmez.

İnsanın kendisinin ve ailesinin canını koruması doğalken başkalarının canına kast etmesi kabul edilemez.

O halde insan eylemleriyle ilgili durumlarda,  insan, kötülüğe karşı iyiliği “gerçekleştirmeye”  çalışarak cevap verir.

Hayat çözülecek bir problem değildir ama
tecrübe edilecek bir gerçekliktir.
Bu yüzden de herhangi bir şeyin gerçekliğinden bahsedildiğinde o şeyin niteliğine bakarak yargıya varmak aklın ve ahlâkın tutarlılığı için tek geçerli yoldur.

İnsanınki de dahil olmak üzere doğaya ait gerçekler  ahlâkî  ve hukukî yargılamanın dışındadır, bundan masundur.

Öte yandan “ zarar vermemek” sınırını aşan her insan eylemi, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel menfaatler olan "hakları" ihlal ettikleri için hem ahlâkî hem de hukukî yargılamanın konusu olabilirler.

İnsan eylemlerini, toplumsal düzen telâkkilerini, bu telâkkilerin olası ve mevcut sonuçlarını,  gerçekliğin bu görünümleri cephesinden değerlendirmek işte bu yüzden önemlidir.

Gerçekliğin görünümlerine bakmak kitaplardan ezberlediklerimizden sonra kendi başımıza ulaşmamız gereken  bir aşamadır.

Bu aşama sıradan insanları ilgilendirmeyebilir ama  hepimizin hayatını ilgilendiren “külli” eylemleri ve politikaları eleştirmek açısından elzemdir.














2 yorum:

selcen dedi ki...

Bu kadar soyut bir fikir yazısı insanı gerçekten yoruyor sayın blogçu,ama yine de gerekli.İşleyen demir ışıldar.Beyin çalışmalı değil mi?

Afşar Çelik dedi ki...

Düşüncelerimizin çerçevesi üzerine düşünmezsek sağlıklı düşünemeyiz diye düşünüyorum ama... :) Umarım azıcık faydalı olmuştur. Saygılar.