- Eğer beni öpersen yakışıklı bir prense döneceğim
- Konuşan bir kurbağayı tercih ederdim
|
Gerçeklik konusu, felsefi
eksikliğin çıkmaz sokağıdır.
Gerçek , kendisinden başka bir
şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.
Gerçeğin bu tanımı, bizi gene de
gerçeğin görünümleri konusunda duyarlı
olmaya mecbur eder.
Gerçek tekse “gerçeğin görünümleri” diye bir şey olabilir
mi?
Gerçeği özelliği apaçık ortada
olmasıdır. Sorun, gerçekliğin niteliğidir.
Gerçekliğin apaçıklığı konusu
özellikle ahlâkî tartışmalarda bir sorun
teşkil edebilir. Şöyle ki gerçekliğin apaçıklığının, onun kabullenilip
kabullenilmemesiyle ilgisi göz ardı
edilir.
Meselâ apaçık bir haksızlığın veya şiddetin “gerçekliğini”
görmekle onu kabullenmenin aynı şey olup olmadığı tartışılır.
Gerçekliğin görünümleri, işte bu
noktada ortaya çıkar.
Gerçeklik konusundaki en büyük
yanılgıları onu kaçınılmaz ve değiştirilemez olarak görmek eğilimleridir.
Gerçeklik iki şekilde belirir.
Öncelikle doğanın bir unsuru,
düzenliliklerin değiştirilemez bir öğesi
olarak belirir. Yerçekimi gerçektir.
Havanın, suyun varlığı gerçektir. Bizim onlara olan ihtiyacımız
gerçektir. Vukuu bulmuş her olasılık bir gerçektir, “gerçekleşmiştir”. Bunları
başka türlü anlamamız imkânsızdır. Gerçekliğin doğal görünümleri kendi
varlıklarını bize dayatır.
Diğer yandan, insan iradesiyle “gerçekleşen”
şeyler vardır ki işte bu görünümdeki gerçekler, hâlâ “ihtimallere” , “şartlara”
bağlı olarak ortaya çıkan gerçeklerdir. Varlıklarının tartışılmazlığı söz
konusu değildir. Apaçık bir şekilde ortadadırlar ama diğer yandan farklı bir
algılama biçimiyle değiştirilebilir haldedirler. Politik müdahaleler, toplumsal
değişimler “an itibariyle” gerçektirler. Fakat buna rağmen onların bu apaçık varlıklarının insan
iradesinden bağımsız şekilde sürdürülmesi mümkün değildir.
İşte ahlâk bu noktada ortaya
çıkar. Ahlâk, zarar vermemek iradesidir.
Zarar vermemek iradesi, insanın, gücü
yettiği, yapabileceği halde zarar vermekten kaçınması iradesi demektir. Demek
ki “muktedir olmak”, mutlaka yapmayı gerektirmez. Kötülüğe muktedir bir insanın
bundan kaçınması, kötülüğün gerçekliğini reddetmesi demek değildir. Zarar
vermekten kaçınan birey, kötülüğün, apaçık ve kendisinden başka bir şey olarak
anlaşılamayacak olduğunu bilir. Buna rağmen
varlık alanını kötülüğe terk etmez.
Bunun yanı sıra gücü yetmediği
halde haksızlığa karşı duran insan da kötülüğün gerçekliğini bilir. Onun
kötülüğün gerçekliğini bilmesi, kötülüğün varlığını meşru veya mutlak görmesi
anlamına gelmez. O bilir ki kötülüğün
asıl zararı, gerçekleri saptırmasıdır.
Kötülüğü bilmek onun zararlı etkisini anlamak demektir. Gerçeklere karşı hele
de gönüllü bir körlük insan varlığını tamamen inkâr etmektir ki bu da insan
soyunun yok olmasına sebep olur.
Gerçeklikle ahlâk arasında ki
köprü adalet mekanizması vasıtasıyla kurulmuştur.
Adalet, kendiliğinden var olan
gerçekliğin yargılanamayacağını, doğal
ölümün, yerçekiminin, doğal afetlerin
insan yargısının ötesinde olduğunu kabul eder.
Fakat buna karşılık, insan iradesiyle ortaya
çıkan, yani “gerçekleştirilmiş” eylemlerin her zaman bir zararsızlık testine
taabi tutulması gerektiği kabulüne göre hareket eder.
O halde insan eylemleri nasıl
yargılanır?
İnsan her zaman fazlayı aza
tercih eder.
İnsan her zaman kendisinin ve
ailesinin canını korumak ister.
Bu iki davranış insanın doğal
gerçekleridir. İnsanın toplumlaşması yaratılışının bu iki gerçeğine dayanır. Bunlar dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel
haklara kaynaklık ederler. İnsanın bu iki temel dürtüsü yargılama dışında kalan
gerçeklerdir.
Sorun bu iki gerçeğin
saptırılmasından çıkar ki işte yargılanması gereken şey de budur.
İnsanın fazlayı aza tercih etmesi
“doğalken” fazlaya haksızlıkla/hırsızlıkla ulaşması kabul edilemez. Oysa bir hırsızlık
meydana geldiğinde, bir gerçek olarak
ortaya çıkar. Hırsızlık gerçekleştiğinde, onun gerçek olduğunu söylemek, onun
su, hava veya doğal afetler gibi yargılanamaz
sayılması gerektiği anlamına gelmez.
İnsanın kendisinin ve ailesinin
canını koruması doğalken başkalarının canına kast etmesi kabul edilemez.
O halde insan eylemleriyle ilgili
durumlarda, insan, kötülüğe karşı
iyiliği “gerçekleştirmeye” çalışarak
cevap verir.
Hayat çözülecek bir problem değildir ama tecrübe edilecek bir gerçekliktir. |
Bu yüzden de herhangi bir şeyin
gerçekliğinden bahsedildiğinde o şeyin niteliğine bakarak yargıya varmak aklın
ve ahlâkın tutarlılığı için tek geçerli yoldur.
İnsanınki de dahil olmak üzere
doğaya ait gerçekler ahlâkî ve hukukî yargılamanın dışındadır, bundan
masundur.
Öte yandan “ zarar vermemek”
sınırını aşan her insan eylemi, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel
menfaatler olan "hakları" ihlal ettikleri için hem ahlâkî hem de hukukî
yargılamanın konusu olabilirler.
İnsan eylemlerini, toplumsal
düzen telâkkilerini, bu telâkkilerin olası ve mevcut sonuçlarını, gerçekliğin bu görünümleri cephesinden
değerlendirmek işte bu yüzden önemlidir.
Gerçekliğin görünümlerine bakmak
kitaplardan ezberlediklerimizden sonra kendi başımıza ulaşmamız gereken bir aşamadır.
Bu aşama sıradan insanları
ilgilendirmeyebilir ama hepimizin
hayatını ilgilendiren “külli” eylemleri ve politikaları eleştirmek açısından
elzemdir.
2 yorum:
Bu kadar soyut bir fikir yazısı insanı gerçekten yoruyor sayın blogçu,ama yine de gerekli.İşleyen demir ışıldar.Beyin çalışmalı değil mi?
Düşüncelerimizin çerçevesi üzerine düşünmezsek sağlıklı düşünemeyiz diye düşünüyorum ama... :) Umarım azıcık faydalı olmuştur. Saygılar.
Yorum Gönder