31 Temmuz 2009 Cuma

Devlet Tanımları ve Millî Devletler: “Ulus Devlet” Terimi İle Yaratılan Bulanıklık Ve Azlık Haklarına Bakış

Sosyolojiyi ihmal edilebilir bir edebiyat olarak kabul eden siyaset bilimi anlayışıyla hareket eden bilhassa liberallerin öncülük ettiği bir “millî” değer karşıtı grup, bütün entelektüel tartışma ortamını bulandırıyor, sakatlıyor.

Yapılanın liberalizmin kendisiyle bir ilgisi olmadığını, geri bir ülkenin geriliğinin bir parçası olduğunu hatırlattıktan sonra “ulus devlet” denen ama millî devleti tam karşılamayan demagojik maymuncuk hakkında biraz kafa yorabiliriz.

Fransız İhtilali ile ortaya çıktığı iddia edilen millî devletin özelliğinin, etnik/ ırki bütünlüğe ve homojenliğe dayandığı, bilhassa liberal okumuşlarca sıkça belirtiliyor.
Hakikatte böyle midir?

Millet ırken homojen bir kitle midir?
Milletin ırken homojen bir kitle olduğu kabulü iki yanlış temel üzerine oturur:
Birincisi milletin “sabit” bir yığın gibi görülmesidir.

İkincisi sosyolojik gerçeklerin görmezden gelinmesiyle, aynı millete mensup kavimlerin varlığının inkârı

Millet sabit bir yığın değildir. Milletin oluşumunda, çeşitli sosyolojik grupların siyasî ve hukukî birlikler kurmak iradesi etkili olmuştur ve bu tür siyasi/ hukukî hareketlilik günümüzde de devam etmektedir. Yani milletleşme olmuş, bitmiş bir vakıa değildir.

Milletin ırkî bütünlük olarak görülmesine dayanan açıkça ırkçı bir anlayış ile toplumsal meselelerin nasıl halledilebileceği cidden muammadır. Mises’in Alman ırkçılarını eleştirmek için “İnsan Eylemi’nde” Alman milletinin pek çok kavimden oluştuğunu söylemesi dahi memleketimizde hümanizmin bayraktarlığını yaptığını iddia eden ve millî devlete karşı en büyük muhalefeti sergileyen liberal camia için mühim bir ders olmamıştır... Bu, adı Türk olan büyük bir milletin sosyolojisine sırt çevirenler için bir ibret vesikası olmalıdır. Çünkü adı Türk olan bu millet ırkî farklılıkları çoktan aşmış büyük bir toplumdur. Görüldüğü gibi millet, herhangi bir siyasî iradenin dipçik zoruyla icat ediverdiği bir yığın değildir. O, kökü tarihe dayanan, büyük kültürel ve ırki çeşitlilik barındıran, dinamik bir toplumsal yapıdır.

Buraya kadarki açıklamalar, öldüğü iddia edilen “ulus devletin” ulus kısmının gerçekte ölüp ölmediğini göstermek için yapılmıştır.

Zira ulus dinamik bir toplumsal yapı olarak asla ölmeyecek, farklı siyasî ve hukukî ilişkilerle sürekli gelişecektir.

Bu noktada siyaset bilimi-hukuk ve sosyoloji tanımlarının kastî olarak karıştırılması ile karşılaşıyoruz.

Zira “ulus devletin” ulusu ölmüyorsa ulus devlet nasıl ölebilir?

Tartışmaların çoğu örtülü şekilde aslında millî devletlerin ölmesi arzusu üzerinde dönüyor. Burada da “devleti” kuran, devleti kurmakla da kavmiyetlerin kapalılığından kurtulup büyük bir kültür havuzuna atlayan toplulukların iradesi, sosyolojisi inkâr ediliveriyor.

Kim ne derse desin, kavimlerin ayrı ayrı yaşaması yerine bir arada organize olması (devlet) onların hayatta kalma maliyetlerini düşürmüş ve gelişmelerini hızlandırmıştır. Millet, önce aile kuran, sonra akrabalık ilişkileriyle çevresini genişleten, uzak kan bağlarının ötesinde ortak maddî değerler etrafında birleşmiş grupların (kavimler) bütün bunların ötesinde daha soyut ilkeler etrafında birleşmesiyle oluşmuş büyük bir birliktir. Dolayısıyla varlığı herhangi bir iradenin kurucu aklıyla açıklanamayacak kadar karmaşık bir yapıdır. Aslında toplumsallaşmanın en akla yakın tarifini yapan Hayek milletin bu karmaşık yapısını anlamamız için bize eşsiz bir temel sağlamıştır ama maalesef millî her şeye amansızca düşman liberallerimiz bu gün onun gibi bir düşünürden bu şekilde yararlanmak yerine körce bir Türk devleti düşmanlığını benimsemişlerdir.

Milletin oluşumuna dikkat edildiğinde devletleşme ve milletleşme arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu görülecektir. Devletin, ortak kurallara bağlılık ihtiyacından dolayı, kendiliğinden ve doğal şekilde meydana gelmesi, onu meydana getiren çeşitli grupların ( kavimlerin) bir araya gelerek kültürel olarak da benzeşmeleri ve ortak bir ad almaları küçümsenebilecek ve ihmal edilebilecek bir vakıa değildir.

Bu davranışları ile ortak bir adı taşıyan kavimler, bu adı taşıyan devletlerini meydana getirmişlerdir. Modernizm döneminde usluların kendi devletlerinin daha katı siyasi sınırlarla meydana getirmeleri bu açıdan tesadüf değildir. Her devlet bir millî beraberlik üzerine kurulur.
Dolayısıyla sosyolojik anlamda millî devlet bir tenakuz değildir. O, sosyolojik dinamiklerin doğal bir sonucudur. Güvenlik ihtiyacının en düşük maliyetle karşılanması ve kültürel alışverişin hızlanması için keşfedilmiş en ekonomik yoldur.

Bu durumda millî devlete niçin karşı çıkılmaktadır? Millî devletin, bir milletin belirleyiciliğine dayanmasından dolayı, barındırdığı etnik gruplara haksızlık ettiği söylemi, üzerinde fazla düşünülmeyen ama bir o kadar benimsenen bir düşünce…

Millî bir devletin azlık grupların temel haklarına doğası gereği saygısız olması fikri, kabul edilebilir mi?

Bu noktada devletin hukukî tanımındaki bulanıklık yolumuzu kesmektedir.
Devletin tabii şekilde bir millî beraberliğe dayanması ile hukuk devleti olmaması birbirinden ayrı şeylerdir.

Devleti oluşturan bir milletin var olması, onun kendiliğinden hukuk dışı olduğu anlamına gelmez.
Hukuk devleti, gökten zenbille inmiş, tamamen mütekâmil, kullanıma hazır bir araç değildir.
Hukuk devleti bir idealdir ve gerçek devletler de çeşitli tadilatlarla sürekli ona yaklaştırılır.
Bu açıdan bakıldığında acaba “millî devlet” hukuk devletinin karşıt mıdır?

Büyük bir heterojenitenin kurduğu devlet, doğası gereği, soyut kurallara dayanan ve bundan dolayı kendiliğinden hukuk devleti idealine zorlanan devlettir. Dikkat edilirse, azlık grupların hakları konusu, meselâ devleti millî bir nitelik taşıdığı için sürekli kınanan ülkemizde yapılmaktadır. Eğer millî devlet zannedildiği gibi, ırkî bütünlüğe dayanarak kurulmuş olsaydı, “farklılık” bilincinin yeşermesine bile imkân verilmez, bütün işler, çekirdek homojenitenin tartışılmaz iradesiyle. Tek parti döneminin Nazi özentisi işlerine rağmen milletin, devleti kendi gerçekliğine çekmesi bu açıdan çok önemli bir derstir.Bunu açıklamak için Kuzey Irak (devlet olmak iddiasından dolayı), Sırbistan,Ermenistan gibi “kavim devletlerine” bakmamız yeterli olacaktır.

Bu devletler, heterojenite barındırmayan, ırki saflığa göre kavmin, diğer kavimlerle karışmasını engelleyerek var olacağı inancı üzerine kurulmuş bürokratik otarşilerdir. Bu devletler içinde, azlık hakları tartışmaları yapılamamakta, bir dili, hatta bir dilin bir şivesini ( Kuzey Irak’ta Soranice) günlük hayta egemen kılmaya resmen çalışılmakta, ülke tarihine dair hiçbir aykırı görüş dile getirilememekte (Ermenilerin Türk’lere yaptığı mezalim), bütüb siyasî bağımsızlık söylemlerine rağmen, üretici hiçbir gücün olmaması yüzünden dışa tam bağımlı ve planlı ekonomilerle ülke kısırlaştırılmakta, fakirleştirilmektedir.

Bu devletlerin sosyolojik tabanındaki katı homojenite, devletin kuruluş mantığını doğrudan etkilemekte onu gerçekten bir kavmin devleti yapmakta fakat maalesef bir hukuk devleti yapamamaktadır. Temeli bir kavmi, diğerlerinden ayırarak korumak olan hiçbir etnik devlet, hukuk devleti idealine yaklaşamaz. Temeli ırkî homojenite olan hiçbir devlet aslında birer bürokratik otarşi olmaktan öteye gidemez ve “devlet” olmak vasfını da kazanamaz.
Dolayısıyla millî devlet, temelindeki o büyük ve zengin toplumsal yapı sayesinde hukuk devleti idealine yaklaştırılabilecek yegâne devlettir.

Millî devleti, milletin doğru sosyolojik okumasını yapmadan ve hukuk devletini anlamadan yıkmaya çalışmak azlıkların temel haklarının korunmasını sağlamaz. Alık grupların temel haklarının korunması için yapılacak şey, bu toplumsal yapıların, içinde yer aldıkları büyük yapıya entegre olabilmelerinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bunun da yolu büyük kültürü inkâr etmek değil, küçük kültürün mensuplarının, sürekli kaşınan etnik komplekslerle büyük kültüre düşman edilmesine bir son verilmesidir. Azlık gruplarının mülkiyet, hayat ve ifade hürriyeti haklarına tam bir riayet çoğunluğun insanlık borcudur. Buna mukabil, azlık grupların, kurucu çoğunluğun varlığını inkâr ederek “hak aramaya” kalkması hele bunu silâhla yapmaya kalkması, asla arzulanan “hukuk devletini” sağlamanın bir yolu olamaz.




Hiç yorum yok: