5 Şubat 2017 Pazar

Müslüman Türk Toplumunun Trajedisi


Türk Ekonomisinde Psikopatolojik Sapma



Psikolojizm iktisatçıların biraz da küçümsemeyle yad ettikleri bir anlayış. Ekonomik davranışları psikolojik güdülenmelerle açıklamaya çalışmaya karşı özellikle liberal  iktisatçılar şüpheyle yaklaşıyor.

Bu şüphecilik sanırım, Homo economicus’un akılcı davranışlarının “duygulardan arındırılmış” olduğu kabulüne dayanıyor.  Normal bir  insanın hazzzı acıya ve çok olanı da az olana tercih edeceği  kesindir. Zahitler sahi bu konuşan ayrık değildir. Çünkü onlar da en nihayetinde “mutlulukların en büyüğüne” ulaşmak arzusuyla bugünkü ömür  sermayelerinden tasarruf ederler. Yani özünde cennete veya doğrudan Tanrı’ya ulaşmak vaadinin getirisini bugünkü zevklerden üstün tutarlar. Bu da özünde bir “zaman tercihidir” ve bizatihi ekonomik bir davranıştır.

Homo economicus’u tanımlayan iktisatçıların ülkelerinde, insanların davranışları, ekonomiyi tanımlayan davranış düzenliliklerini oluşturmuştur. Dolayısıyla meselâ Mises  insan eyleminin doğrudan doğruya ekonomi veya ekonominin doğrudan doğruya  insan eyleminin kendisi olduğunu düşünebilmiştir. Buna göre insan eyleminden ayrı bir ekonomi yoktur. Misesin bu yaklaşımına “prakseolojik açıklama” diyebiliriz. ( Mises, “eylemle” “davranış” arasında, bilinçlilik ve istençlilik (iradilik) yönlerinden bir ayrıma gider. Eylem, amaç ve araç gösteren özel bir davranıştır. Oysa bakteriler de bilinçli olmamakla beraber tepkisellikleriyle vs “davranışta” bulunabilirler.)

Doğu toplumları için bir genelleme yapmak orientalist bir mübalâğa olabileceğinden  sadece  Türkiye örneğinde prakseolojik sapmanın üzerinde durmak belki de daha anlamlı ve yararlı olacaktır.

Türkiye örneğinde Türk insanının ekonomik davranışlarındaki sapmaların temelinde, “tersine zaman tercihini” görebiliriz. Batı insanı “tasarrufu” ,  birikime dayalı  uzun vadeli bir  önlem olarak görürken Türk insanında tasarruf, “mümkün olan en kısa sürede mümkün olabilecek en yüksek kârı elde etmeğe” yönelik  bir tür kumar halini almaktadır.

 Bu tespiti yapıp da burada bırakmak bir ölçüde faydalı olabilir ama yetersizdir. Çünkü bu eylem, bir tür panik kalıbı göstermektedir.  Önemli olan bu kalıbın hangi algıya  dayandığını bulabilmektir. Çünkü  panik kalıbına yol açan temel algı kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Hele Türk toplumundaki katı ve dirençli etnik  ve dinsel kistlerin uluslaşmaya ve uygarlaşmaya gösterdikleri direnç göz önüne alındığında, Türk toplumunun akılcı bir ekonomik eyleme yöneltilmesi daha acil bir sorun halini almaktadır. Çünkü uzun vadede birikime dayalı tasarruf anlayışıyla işleyen çağdaş dünya ekonomilerinin içinde yer alabilmek için bu düşünüş biçimini içselleştirmemiz artık hayatî bir zorunluluktur.

Muhtemel Türk insanındaki “panik kalıbının” temelinde açlık korkusu yatmaktadır. Peki ama açlık korkusu, ekonominin bunca geliştiği bir dönemde hâlâ nasıl yaşayabilmektedir?
Türk insanı    üretim süreçlerinin gerektirdiği  uzmanlaşmaya ve sabra sahip değildir.

Çünkü Türk insanı diniyle çağdaş kapitalist dünyanın üretim kalıpları arasındaki tercihini dinden yana yapmış, “namaz vakitlerini” vardiyaya tercih ederek hayatının ritmini namaza teslim etmiştir. Peki ama bunu neden yapmıştır?

Bunu yapmasının temel sebebi dinle yozlaştırılmış otoriter kişilik yapısıdır. Emir almayı ve emir vermeyi benimseyen yapısıyla Türk insanı  asker tabiatlıdır. Sorun asker tabiatıyla meydana getirdiği töresinin yerine Arap şeriatını getirmesidir.

Arap şeriatıyla beraber Türk disiplini, “soyut değerlere bağlılık” amacından sapmıştır. Türk bilincindeki Türk  ahlâkına kaynaklık eden Tanrı’nın yerini, İslâmla beraber, kendisine her ne pahasına olursa olsun yaranılması gereken bir İbranî tanrısı almıştır.

Kendisine yaranılması gereken bir Tanrı’nın insanlarda yarattığı ahlâk, kalıcı ve aktarılabilir bir ahlâk olmamıştır. Bu ahlâk “bugün için yapılması gerekeni” esas alan bir çıkar ahlâkıdır. Çünkü İbrani  telâkkisinde Tanrı, “insan üstü bir merhamet kaynağı” değildir; sadece “sonsuz güçte bir başka insandır”. Dolayısıyla İbrani  Tanrısı, hepimiz gibi kin güdüp, aldatabilen, öfkelenen ve intikam alan bir aşkın insandır.

Bu telâkki İslâmla beraber bütün Müslüman toplumlara da sirayet etmiştir. Böyle düşünen, “Tanrısına yaranmak için” kendini patlatan bombacının , “  mümkün olduğunca başkalarına zarar vermemek iradesini” esas alan bir  ahlâkı anlayabilmesi mümkün değildir.

Çünkü bombacı, “ Bugün elde edilebilecek en yüksek kârı, yarın elde edilebilecek daha büyük bir kâra tercih etmektedir.”

Türkiye’de seçmen davranışı da aynı zaman tercihiyle güdülenmektedir. Çünkü aslında Müslüman Türk seçmeni,  İbrani/Arap  söyleminden öğrendiği öfkeli , “oyun kuran”, Tanrı’nın yarın ne yapacağından da çok emin olmadığı için bugün mümkün olan en büyük yararı ve yiyeceği temin etmeyi gözetmektedir.

Buradaki ayırt edici eylem, belirsiz de olsa bir iktidara yaranmanın, nispeten çok daha belirlenebilir, kestirilebilir  faydalara tercih edilmesidir. Bu eylemin gündelik yansıması da siyasal iktidara yaranmanın, doğru ekonomik eyleme tercih edilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla meselâ yükseleceği neredeyse muhakkak olan döviz kuruna rağmen iktidarın sözüne itaat ederek zarara uğramak Türk insanını rahatsız etmemektedir.

Aklın verilerine karşı,  tehdit algısının yarattığı korkuya boyun eğmek, saf akılcı bir ekonomik analizin konusu olamaz. Bu doğrudan doğruya  psikiyatrinin ve psikolojinin konusudur. Türk toplumunun psikolojisindeki patolojik sapma üzerinde artık ciddi şekilde durulmalıdır. Çünkü bu sapma yalnızca ülke ekonomisini tahrip etmekle kalmamaktadır.

Bu psikoloji bir intihar histerisine dönmektedir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.

Türk ekonomisinin düzelmesinde hükümetlerin çıkar güdülü kısa vadeli  düzenlemeleri yerine artık eylemde bulunan Homo economicusların akıl ve ruh sağlığının düzeltilmesine öncelik verilmelidir.



6 yorum:

Derya Talipağaoğlu dedi ki...

Sayın Yazar, ellerinize sağlık. Tasarruf din ilişkisine getirdiğiniz yorum çok dikkat çekici. Din vurgusunun yanı sıra üretim toplumu olamamanın etkilerini tartışmalısınız, bir başka yazınızda.

Afşar Çelik dedi ki...

Derya Hanım, sabırlı okumanız için çok teşekkürler. Zira yazı biraz dağınık olabilir. Teşvik edici eleştiriniz çok teşekkürler.

Üretim kısırlığı başlı başına bir tartışma konusu, haklısınız.

Aklımız erdiğince onu da ele alalım.

Teşekkürler , saygılar.

ayarsız dedi ki...

Elinize sağlık. İlginç bir tahlil olmuş gerçekten. Hiç bu açıdan bakmamıştım,teşekkür ederim

Afşar Çelik dedi ki...

Ssevgili Ayarsız,

Ne zamandır yoktunuz, unuttunuz, sanmıştık. beğendiğiniz sevindim. ben teşekkür ederim.
Sizin de aklınıza , elinize sağlık.

Derya Yeliz ULUTAŞ dedi ki...

Maalesef bu toplumsal psikolojik tembelliğe ve garanticiliğe öyle alışıyoruz ki, bu tembellik beraberinde umutsuzluk ve bezginlik getiriyor. İzninle konuyu biraz daha özele indirgeyerek son zamanlardaki gündemimizden bahsetmek istiyorum.

Şimdi mezuniyete yaklaşmamızla birlikte bütün dönem arkadaşlarımı bir mezuniyet sonrası iş telaşı sardı haliyle, kendi aramızda sürekli konuşuyoruz. Çoğumuz bir şirkete girip aylık belli bir maaşla çalışmak niyetinde, ben de dahil olmak üzere. Çünkü hiçbirimiz mezuniyetten sonra girişimcilikte bulunup aylarca, hatta belki senelerce geçimini sağlayamacak olma riskini göze alamıyoruz.
"Ben girişimcilikte bulunacağım, istihdam sağlayacağım ve özgün üretimler yapacağım." dediğimiz zaman en büyük engellerden bir tanesi toplum baskısı (Yazında belirttiğin etkenlerle oluşmuş toplumun baskısı). Üretimi temel almadan, sadece işe gidip gelerek aylık maaş almanın normal olduğu düşünüldüğü için; kendi şirketini kurmak, üretimde bulunmak ( ki bu bilişim sektöründe diğer sektörlere göre daha az zahmetli olmasına rağmen ) etrafımızdaki insanlara aykırılık veya başıboşluk, hayalperestlik gibi geliyor. Dışlanıyorsun. Ailen tarafından desteği de en fazla 1 sene görüyorsun, sonra onlar da haklı olarak senin için endişelenmeye başlıyorlar. Kendini başarısız hissedip hayallerini bir kenara bırakıp gidip bir yerde maaşlı işe giriyorsun. Türkiye ekonomisine kazandırılacak, dahası diğer akranlarına da örnek olacak bir girişimci ruh daha böylece kaybedilmiş oluyor.

Hal böyle olunca toplumdaki genel iş ve ekonomi atmosferi "maaşlı iş, ooh mis git gel" olunca, kimsenin ağzından "üretim, milli üretim, üretmezsek bir gün öleceğiz" filan gibi sözler çıkmayınca, ben de dahil olmak üzere büyük bir kesim hiç böyle riskli işlere girmiyor. Atmosferin dışında davranmak herkesi tedirgin ediyor çünkü. Dediğin gibi kısa zamanlı faydayı gözetiyoruz, 20 sene sonra bu ülkenin hali ne olacak diye düşünmüyoruz.

Bu motivasyonsuzluğumuzu milletçe ne şekilde yüksek motivasyona çevireceğimiz hakkında ise hiçbir fikrim yok.

Afşar Çelik dedi ki...

Yelizciğim ne zamandır görünmüyordun, iyi ettin, geldin. Mükemmel bir tespit yapmışsın! Eline aklına sağlık! Ekmeğin gökten geleceğine inanan bir toplum kendi ekmeğini yapamıyor.

Sen moralini bozma.

Maaşlı iş talebinin en önemli sebebi, işini iyi bilmemektir. Ne yapacağını bilmeyen insan maaş almak ister.

İşini sevmeyen, bilmeyen insan yaratmak, üretmek de istemez, istese de yapamaz.

Her zaman gel, fakirhaneyi boş bırakmayalım.

Sağlıcakla kal.