Adını sanını bilmediğim
filmlerden, kitaplardan bahsedip bir de bunların, yazarın günlük hayatındaki
yerinden ve öneminden bahsediyorlar.
O blogların birikiminden çok
hoşlanıyorum ama daha çok hayatla ilgili
farkındalıklarına hayranım. O blogların yazarları, seyrettikleri
filmlerin, okudukları kitapların kahramanlarıyla öyle canlı ve candan bir
ilişki kuruyorlar ki “Ben yaşıyor muyum yahu?” diye düşünmeden edemiyorum. Bir
de enfes görsel malzeme sunuyorlar, insanın bloğa aşık olası geliyor.
Belki o blogları iyi yapan şey,
onların kendileri olması… Büyük lâflar
etmeden, nutuk atmadan, bir şey öğretmeye kalkmadan tam bir alçak gönüllülükle yazılmış olmaları.
Onları okurken aslında farkında olmadan
sezon dışı sahil kafelerini görmüş gibi oluyorum galiba… insansız plajlarda
yürüyor, tozu ve kumu üzerinde biriktirmiş, şezlong be sandalye
naylonlarını fark ediyorum belki?
Belki tam ve sımsıcak bir
sevgiyle demlenmiş çayların kokusunu alıyorum, bilmiyorum?
Yaptığım yanlış mı? Sanmıyorum.
Çünkü yapmak istediğimi yapıyorum. Başka bir şeyi değil… Bu yaptığım… Sevilir
ve okunur bir şey mi? Onu da tam bilemiyorum. Ama ben söylemsem sanki
söylenmeyecek bazı şeyler var gibi geliyor ve ona göre yazıyorum, varsa bir
kabahatim budur…
Bugün bir hikâye yazdım. Hikâye
beni buldu, aslında…. Irish cream denen bir
şeyle Kolombiya kahvesi içerken
buldu beni… Bu arada bugün “Forever Youg’ı”
kaç defa dinledim, bilmiyorum.
Günler nasıl istenirse öyle hatırlanır. Bir gün gençliğin kalmadığını
görür ve geriye giden yolları da kaybettiğimizi sanırken… Bir şarkı çıkar
karşımıza ve bugüne gelen mutlulukların aydınlığının mirasını hatırlatır… İşte
ben de böyle hatırlıyorum ilk gençlik yıllarımı… Teşekkürler Alphaville, iyi ki
varmışsın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder