Türkçü’lerin kadrini kıymetini takdir etmekten uzak düştüğü, İslamcılıkla kafaları bulanmış sair milliyetçilerin zaten hiç anlayamadığı, dopdolu ilim adamı ve bence daha da önemlisi entelektüel, Prof.Dr. İskender ÖKSÜZ, son yazısında, son zamanlarda sıkça telâffuz edilen “milletsiz milliyetçilik” garabetinden bahsediyor.
Yazıda, “ değişen siyasal paradigmalardan” bahsediyor. Yoğun içeriğine rağmen –ki böyle yazılar genellikle ders kitabı gibi tatsız olurlar- kesinlikle zevkle okunan ve tekrar tekrar da okunması gereken yazısında, bahsettiği “siyasal paradigma”, bir noktada, maalesef tam yerine oturmuyor.
Şöyle ki…
Ülkelerin yaşadıkları siyasal savrulmaları “ideolojik paradigma” değişikliği olarak düşünmek dünyadaki bütün entelektüel çabaları, üretimleri ve bunlar üzerindeki “kültürel izleri”, siyaset popülizmiyle yaftalayıp çöpe atmak kolaycılığı haline gelebilir. Bu durumda toplumsal düzenlerle ilgili kafa yoran bütün entelektüeller, kendiliğinden siyaset oyununda tepiklenen toplar haline getirilebilirler.
Bu durumda mesela değerli hocamızın ülkemizde yaşanan siyaset anlayışı değişikliği teşhisiyle “ideolojik tercih” durumunu birbirinden ayırt etmemiz, bir zarurettir.
Siyasal tercihler, geçici siyasal iktidar odaklarının yarattığı, silinebilir makyajlardır. Bugünkü iktidarın durumu buna örnektir. Bugünkü iktidar, “millî irade” kavramını, tam da milletin ciddi bir bürokratik vesayet algılamasıyla bir çoğunluk diktası fikrine dönüştürerek kullanmış ve “demokrasi” kavramının da yıpranmasına yol açmıştır. Bu bir zafer sarhoşluğudur ve sarhoşluk yapan şey kandan uzaklaştığında her sarhoş bir gün mutlaka ayılır. Halkın büyük teveccühünü kazanmış olmasına rağmen vaktinde Demokrat Parti’nin dahi aynı zafer sarhoşluğuna kapıldığı malûmdur.
Peki bu gün Türkiye’nin yaşadığı siyasal savrulma ciddi bir ideolojik değişiklik anlamına mı geliyor? Veya şöyle soralım: Türk siyasetinin ilimce derin ve hikmetinden sual olunmayan aktörleri, ideolojilerin içeriğini “abra kadabra” maharetiyle bir anda değiştirmişler midir?
Veya şöyle soralım: Değerli hocamızın ideolojilere atfettiği savrulmalar, ideolojilerin değişmesinden midir?
Hayır! İdeolojilerde bir değişiklik yoktur. İdeolojilere mensup düşünürlerin düşüncelerinde geçici değişiklikler meydana gelse bile ideolojiler özlerinde fazla bir değişiklik olmaksızın var olmayı sürdürmektedir.
Hocamızın “Alman işgalini meşrulaştırmakla itham ettiği” – ki buna inanmamamız için bir sebep yok- Mises, öbür yandan Hayek’i de derinden etkileyen ve sosyalizme götüren bir yol olarak bürokrasinin kötülüğünden bahseden, “Bürokrasi’nin”, iktisadın mantığını ve felsefesini kökten değiştiren “İnsan Eylemi” gibi bir şaheserin de yazarıdır, aynı zamanda…
Peki ama “Alman işgalini desteklemesi” kanaati, bu durumda, onun ideolojisi ile mi ilgilidir? “İnsan Eylemi’nin” 143. sayfasındaki “ Alman milletinin tek bir saf ırktan meydana gelmediği..” tespitini bu durumda nereye koymamız icap edecektir? Bu durumda, Mises’in yanlış kanaatlerini, liberalizmin içine sokuşturup liberalizmin “emperyalizm” ile itham edilmesi acaba doğru olacak mıdır?
Eğer liberalizm emperyalizm ile özdeşse, sosyalist ülkelerdeki kıyımları ve vakt-i zamanında komünist ajanlar tarafından Türkiye’de de oynanan “Entelektüel-genç tahriki yoluyla iç savaş çıkarma” stratejilerini nereye koymamız icap edecektir? Hocamızın yazısı dünyayı “liberal tehdit” eksenli yorumlayan kolektivist düşünürlerin çizgisine kayarak “ideoloji-siyaset” farkının bulanması tehlikesini barındırıyor.
Şöyle ki devletin, hürriyetler karşısında bir tehdit haline gelmesi ihtimaline karşı “Devlet Faaliyetinin Sınırları” adlı kitabını yazdığında Humboldt, ciddi bir devlet baskısıyla karşı karşıya kalmış ve eserinin yayınlanmasını ertelemiştir. Humboldt, yaşadığı zamanın popüler siyasal söyleminin etkisinde kalmamış, bu söylemin, devrin siyasasının ötesindeki gerçekleri aramaya girişmiştir. Eğer bir paradigma değişikliğinden bahsedeceksek Humboldt’un “Devlet Faaliyetinin Sınırları” adlı eserini kabul etmemiz daha yerinde olacaktır.
Veya gene Alman işgalini savunması kanaatiyle bir çırpıda çöpe atılmaya çalışılan Mises’in, kendi ülkesini hiperenflasyondan çıkaran bir dahi olduğu, “İnsan Eylemi” kitabıyla iktisat felsefesini, Marx’ın yarı uyur tembel ilkokul öğrencisi matematiğiyle kıyaslanmayacak derecede derinden kavrayıp kökten bir mantık değişikliğine götürdüğü hakikatini de aynı çöplüğe atacağız, demektir.
Buradan nereye geliyoruz? Şuraya… Siyaset, ideoloji üretmez, üretemez! İdeolojiler siyasete, haritalar sunarlar! İdeolojiler, hayatın büyük gerçekliğine ışık tutan, onun tabiatını anlamamıza yardımcı olmak iddiasındaki büyük ve bütüncül faraziyelerdir. Bu faraziyeler, hakikatin gözlenen parçalarının muhtemel büyük bütünlüğüne dair tahminlerdir, keşif çabalarıdır. Bu haritalar, gerçeklerle ne kadar örtüşürse, onlara uyan siyaset de o kadar isabetli olur!
Siyasetler sürekli değişebilir ama ideolojiler “sürekli” değişmez. Haritalar, bilgimiz arttıkça değişir ama bu değişiklik gerçeğin büsbütün çarpıtılmasına varamaz. Haritalardaki değişiklik gerçeğin daha ayrıntılı gözlenmesiyle meydana getirilir, kıyıların “Neverland” hayalleriyle çarpıtılmasıyla değil. Gerçeği büsbütün çarpıtan haritalar da zaten tedavülden kalkar. Çünkü onlar, “ diyalektik canbazlıklarla” deniz fenerlerinin yerlerinin “sınıfsal devrimlerle” değiştirilebileceğini savunan saçmalıklardır.
“Felsefeyi ayakları üzerine oturttuğunu” iddia eden Marx, hayatla bağdaşmadığı içindir ki onu kılavuz kabul edenlerin burnu b.ktan kurtulmamıştır. Marxizmi İngiliz İşçi Partisi başkanı icat etmemiştir. ABD demokratları da icat etmemiştir. Alman sosyalistleri de icat etmemiştir. Keza liberalizm de Alman Hristiyan Demokratlarının bir uydurması değildir.
Dolayısıyla ülkelerinde güç egemenliği, dünyada sömürgecilik hülyalarıyla sarhoş olan Avrupalı bir takım siyasetçilerin yıkıcı heveslerine, “ideoloji” demek ideolojiyi üreten beyinlere haksızlık etmektir.
Gelelim Türk milliyetçiliğine… Hocamızın millet kabulü” üzerinden gösterdiği farklılık aslında ideolojik değil, bir kültürel okuma farklılığıdır, teşhis farklılığıdır.
Hocamızın bahsettiği dönemde Türkçüler arasında herhangi bir ideolojik fark aslında mevcut değildir. Zaten Türkçülük fikrinin yazıya geçmesini sağlayan düşünürlerin hemen hepsinin Anadolu dışından olması da buna ışık tutar. Şöyle ki bu düşünürler, kendi toplumsal şartları içinde yaşadıkları ideolojiyi yani sosyalizmi, milletlerinin yararına kullanmak eğilimindedir. O dönemde Türk dünyası içinde herhangi bir “liberal” Türkçü’ye rastlayamazsınız… Çünkü o dönemde Türk Dünyası’nın derdi, Rus sömürgeciliğinden kurtulmaktır. Dolayısıyla Türk Dünyası’nın düşünürleri de kendi ideallerine en yakın buldukları sosyalistlerle işbirliği yapmakta mahzur görmemişlerdir. Sultan Galiyef için sosyalizm, ancak ve yalnız İdil Ural Türklüğü’nün selâmeti açısından bir araç olmak keyfiyetiyle önemlidir. Çevreleri her türden Marksist akımla kuşatılmışken acaba başka türlü düşünmelerini beklememiz doğru olur muydu?
Türkçülük fikrinin abide şahsiyetlerinin hepsinin istisnasız kolektivist eğilimli olması, bir ölçüde kültürel bir mahiyet de arz eder. Bu da Türk Milleti’nin harsında “dayanışmaya” verilen önemle bağlantılıdır. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, hocamızın bir ideoloji olarak liberalizme hamlettiği “işgalcilik” vs gibi siyasaların dibinde yatan kültürel mayadır. Milletlerin dünyayı algılayış biçimleri ve hayata dair ürettikleri cevaplar olarak kültürleri, onların davranış biçimlerini anlamamızda ideolojiden daha öncelikli bir gerekliliktir.
Liberalizmin fikri kökenlerini teşkil eden eserlerin hiçbirinde, o eserlerin yazarlarının muvakkat kanaatlerine rağmen, hocamızın bahsettiği işgalcilik, emperyalizm vs vurgusunu bulamayız. Düşünülerin düşüncelerinde devrin etkilerinin görülmesi, onların hayatın genel ve değişmez gerçeği üzerindeki isabetli düşüncelerini yok saymamıza sebep olmamalıdır, olamaz.
Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinde kölelik karşıtı bir tutum sergilemez. Bu, onun, bu açıdan, devrin şartları içinde kaldığını gösterir. Ama buna mukabil serbest ticaretin, üretimin, servetin gerçek kaynağı olduğuna dair keşfiyle de merkantilizmi bitirmiş ve gerçekten bir paradigma değişikliğine yol açmıştır. Bu durumda, onun, modern iktisadın kurucusu olduğu hakikatini mesela köleliğe açıkça karşı olmaması gibi muvakkat bir kültürel etkiden dolayı reddetmemiz mümkün müdür? İş bölümünün, ekonomideki verimliliğini keşfeden insanı, devrinin “emperyalist” İngiliz siyasetçilerinin geçici heveslerinden dolayı çöpe atmamız, her şeyden önce vicdana sığdırılabilir mi? Oysa liberalizmin fikrinin temellerinde, devrin İngiliz siyasetçileri değil, Adam Smith vardır.
Şöyle bir baktığımızda aslında Türk milliyetçilerinin en baştan beri yalnız ve ancak sosyalizmi tanıyıp , sosyalizmi benimsediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk milliyetçiliğinin muvakkat sosyalizm karşıtlığı, aslında ideolojik bir temele dayanmaz. Devletin herkesin her şeyi olduğu fikrini benimsemiş milliyetçilerin, sosyalizme karşı durmaları, kendilerinin dahi fark etmediği bir töre savunuculuğu, bir kültürel muhafazakârlıktan başka bir şey olmamıştır.
Türk milliyetçileri için” devletin ve milletin bekası” ne pahasına ve nasıl olursa olsun korunacak değerler sayılmakla beraber o pahanın ve nasılın içi bir türlü doldurulamamıştır. Daha doğrusu açıkça sosyalist söylemler dışında bir şeyle doldurulamamıştır. Bu paha ve nasılın içini doldurmak için uydurulan “Dokuz Işık” gibi bir sözde doktrininin sosyoekonomik bütün maddeleri, açıkça kolektivist-sosyalisttir.
Hocamızın bahsettiği “milletsiz milliyetçilik” gibi Türk milliyetçileri de ideolojisiz siyasetlerini sosyalist eğilimleriyle doldurmaya ve “bireysiz bir millet” tasavvur etmeye çalışmışlardır. Haklarından, hürriyetlerinden hiç bahsedilmeyen, dolayısıyla gerçek hayatta da bir yeri olmayan bireylerden oluşmuş, yeknesak ve kenetlenmiş, hareketsiz bir bireyler kitlesine “millet” denerek siyaset yürütülmeye çalışılmış, bu siyasete de ancak Anadolu’nun dindar köylüsünden -ki o da ılımlı siyasal İslamcılığa kaptırılmıştır- bir cevap alınabilmiştir. MHP’nin başarısının kökeninde, sorunlara verdiği cevapların başarısı değil, MHP’nin verdiği cevapların, devrin köy ağırlıklı nüfus profiline sıcak gelmesi yatar. Nitekim şehirleşmenin artmasıyla beraber, MHP bir tür Orta Anadolu köylü dindarı partisi haline gelmiştir. Maalesef bu tutum hâlâ ısrarla sürdürülmektedir.
Türk milliyetçiliği ideolojisiz bir muhafazakâr tepki hareketidir. Milletin temelini teşkil eden değerlerin korunması şüphesiz önemlidir ve değerlidir. Ama hayat ve siyaset bundan ibaret değildir. Milletin her bir ferdinin, yaşayan, soluk alan, seven, sevilen, ezilen, aykırı, fakir, dışlanmış haliyle devlet politikasının neresinde nasıl yer alacağının cevabını veremeyen bir milliyetçilk siyasal olarak açıkça anlamsızdır. Ferdin devlet karşısında konumu ve belirleyiciliği konusunda bir fikir olmayan milliyetçilik, asla gerçek anlamda, “millet için” bir şey olamaz.
Çünkü bizden istenen, meselâ asgari ücretin gerçekten bir ekonomik çözüm olup olmadığına dair bir cevaptır.Bizden istenen, meselâ, eşcinsel bir Türk’ün, hangi sosyo ekonomik yapıda kendisine bir yer bulabileceğidir. Çünkü bizden istenen, meselâ sendikalizmin işçinin sorununa bir çözüm olup olamayacağına dair bir cevaptır. Çünkü bizden istenen, meselâ millî kimliğin demokrasi ile nasıl ilişkilendirileceğidir. Çünkü bizden istenen, meselâ millî egemenlik ve demokrasiyi birbiriyle nasıl ilişkilendireceğimizdir. Çünkü bizden istenen, meselâ, devletin faaliyetinin meşruiyet sınırları hakkında hangi fikre sahip olduğumuzu söylememizdir. Çünkü bizden istenen, meselâ, etnik ırkçılığa karşı sosyalist mi, yoksa liberal bir paradigmayı mı benimsediğimizi ortaya koymamızdır. Çünkü bizden istenen, sosyalizmin mi liberalizmin mi paradigmalarının bizim milletimizin gerçek menfaatine hizmet ettiğine dair bir cevap vermemizdir.
Siyasal Türk milliyetçiliği bu cevapların hiç birini verememiştir, verecek gibi de gözükmemektedir.
Şunu artık idrak etmeliyiz ki sosyalizm ve liberalizm arasında üçüncü yol diye bir şey yoktur! Üçüncü yolların tamamı, sosyalizmin sulandırılmış hallerinden ibarettir ve ton olarak totaliter sosyalizme doğru hızla koyulaşmaya eğilimlidirler. Çünkü her biri, devletin bireye keyfi şekilde müdahale edebilmesinin farklı derecelerinden ibarettir.
Türk milliyetçilerinin yapması gereken şey, liberalizmin ahlâkî kökenlerinin, ahlâkî haklılaştırılmasının farkına vararak buna dayalı bir millî bütünlük ve sosyoekonomi politikası üretmeye çalışmalarıdır. “Herkesin her şeyi olacak devlet” tasavvurunun “herkesin zorbası olacak bir devlete” hızla dönüştüğünü SSCB tecrübesiyle görmüş olan milliyetçilerin hâlâ devletin keyfi idare-i maslahatına politika diye bakması, artık ahlâkın da mantığında kabul edemeyeceği bir ilkelliktir.
Sosyalizmle liberalizm arasındaki bütün üçüncü yollar, dönüp dolaşıp sosyalizme varır. “Un fazla geldi su, su fazla geldi, un!” beceriksizliğinin hükümetlerin ve bürokratların keyfi zorbalıklarıyla kapatılmaya çalışıldığı bu düzenlerin hiçbirinde de ferdin, devlet dahil diğer bütün zor kullanıcıların keyfiliğinden korunması mümkün değildir.
Türkiye’nin derdi “Türk” denmeyen bir milliyetçilik arayışına girişilmesi, Türk milliyetçilerinin de derdi, ideoloji eksikliklerini, gözü kapalı ve adı söylenmeden uygulanan, keyfi bir sosyalizmle giderebileceklerini sanmalarıdır. Türk milliyetçileri bu köylü işi, sulandırılmış dinci kolektivizmlerinden vazgeçmedikçe, millet nezdinde temsil yeteneklerini kaybedecekler ve milliyetçilik de bu sığ siyaset yüzünden felç olacaktır. Şunu unutmamalıyız ki milliyetçiliği kaybolmuş bir toplum, dışarıdan kültür enjeksiyonuna , güdülmeye, ve bağımsızlığını yitirmeye en yatkın toplumdur. Türk milliyetçileri ideolojik cehaletlerinin bedelini Türk Milleti’nin ödeyeceğini artık anlamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder