Türk milliyetçilerinin ideolojik değişiminde 1969 MHP kongresi hayatî bir dönüm noktası olmuştur. Bu kongre ile birlikte milliyetçiler, milliyetçiliğin tek ve meşru örgütlenmesi olarak kabul ettikleri siyasal milliyetçi bir örgütün doktriner güdümüne girmişlerdir.
MHP’nin sosyo-ekonomik görüşü kabaca iki mecrada gelişmiştir.
Bunlardan birincisi, toplumsal tahlillerde, geleneksel Anadolu dindarlığını temel alan ve derhal siyasal İslâmcılığ’a kayan, adına “mukaddesatçılık” denen dinci mecra…
Ve mülkiyeti, “milletin ortak malı” sayan kolektivist mecra…
Bundan evvelki yazımızda siyasal milliyetçiliğin siyasal dinciliğe sapışına değinmiştik.
İkinci mecrada da aslında siyasal dinciliğin “otoriter- totaliter” anlayışından mülhem şekilde, ferdi toplumun malı saymak kabulünün ekonomik yansımasını buluruz. Burada siyasal Türk milliyetçiliği bir yandan “mukaddesatçılık” adı altında dincilik yaparken diğer yandan dinin günlük hayattaki belki de en önemli dayanağı ve dikkat noktası olan, maddi hayatın merkezini teşkil etmesi gereken “kul hakkını” görmezden geldiğini fark edememiştir. Çünkü “kulu”, Allah’a değil de topluma sorumlu kılan siyasal İslamcılık çizgisinde “kul hakkı” artık somut bireylerin değil, hayalî bir “asr-ı saadet” toplumunun kul üzerindeki ipoteği haline getirilmiştir.
Bu açıdan Türkiye’de milliyetçiler, siyasal dincilerin dümen suyuna takılmış ve onların eleştirisini yapmak yerine, basit taklitçileri haline gelmişlerdir. Bu anlayış hâlâ sürdürülmektedir. İşin kötüsü bu anlayış, sadece MHP’nin siyasi popülizm endişesi için kullanılmamakta, Türk milliyetçiliğinin entelektüel merkezi olan Türk Ocağı’nda da yobazca kabul edilen bir hurafe olarak yaşatılmaya devam edilmektedir.
Kendisini dincilik dışında ifade edemeyen Türk milliyetçilerinin, mülkiyete bakışta özgün bir yorum geliştirmesini beklemek zaten beyhudedir. Türk milliyetçiliği, siyasallaşma sürecinde çoğalan köy kökenli üye yapısı ve bu yapıda, ancak ilmihal düzeyinde algılanan somut dindarlığın yarattığı “ortaklaşma” duygusunun, toplumsal varlığın tek ve meşru algılanış biçimi olduğunu sanmıştır. Bireyin varlığını reddetmeyi ve onu toplumun malı saymayı, dinin gereği sanan kapalı toplumsal kökeniyle siyasal milliyetçilik, kısa zamanda tarikat şeyhlerinin, dini cemaatlerin fikri güdümüne girmiştir.
Bunun sebebi de hars için köklere bakmayı öğütleyen Ziya Gökalp’in sözlerinin, doğrudan köylüleşmek olarak anlaşılmasıdır.
Siyasal milliyetçilik cephesinden ’80 öncesinde sürekli, millete, “toplumcu” olunduğuna dair edilen telkinlerin ve yapılan klektivist propagandanın sebebi de budur. Böylece siyasal milliyetçilik, tartışılmayan ve komünistlerce ele geçirildiği düşünülen özgeci/diğerkâm sahadan bir pay kapmaya çalışmıştır. Bir yandan somut bireyin hak ve hürriyetlerini bir tür Amerikancı komplo sayıp –yanılmıyorsam- zamanın Henry Hazzlit gibi yazarlarına hakaretler eden milliyetçilerin, kendilerini “antikomünist” saymaları bir garabettir. Siyasal milliyetçilik, komünizme karşı hiçbir felsefî karşı tez geliştirebilmiş değildir. Zamanın mücadelesi daha ziyade esir Türkler için hürriyet temelinde yürütülmüş ama “esaretten sonrası” için ne yapılması gerektiğine dair hiçbir fikir üretilmemiş, daha da kötüsü buna gerek bile duyulmamıştır. Kaldı ki böyle bir fikir üretecek ufkun, kendisini köylülüğün ilmihal dindarlığına hapsetmiş bir siyasi hareketten beklenmesi de zaten safdillik olurdu. Bu yüzdendir ki Sovyet sonrası dönemde eski KGB mensuplarının kurdukları fiilî sosyalist oligarşilere karşı da herhangi bir eleştiri geliştirememişlerdir. Oysa Türk dünyasında kardeşlerimizin insan hakları, refah seviyeleri ve hürriyet durumları ile ilgili düşünmek mecburiyeti ve mesuliyeti öncelikle milliyetçilere aitti. Oysa onlar ne kadar Müslüman olduklarına ( Bildiğim kadarıyla fazla yüksek olmayan Hıra Dağı kadar) dair siyasal dincilerle, ne kadar “toplumcu” olduklarına dair de sosyalistlerle( Dokuz Işık “ilkeleri”) yarışmakla meşguldüler ki bu durum, bu gün de sürmektedir.
Hal böyle olunca mesela “servet” denen şey, en başta, bir kötülük kaynağı olarak görülmüş, mülkiyetin, “toplumun bireye emaneti” olarak kabul edilmesiyle, bireyin kendi varlığını geliştirmesine “millet adına” düşmanlık gösterilmiş ve böylece millete yaranılacağı, onun oyunun devşirilebileceği sanılmıştır. Şunu iyi bilmeliyiz ki 12 Eylül öncesi milliyetçi hareketin milletten gördüğü teveccüh, onun derin ve şumullü bir ideolojik söyleminden değil, değerleri korumak yönünden millete verdiği güven duygusundan kaynaklanmıştır ve hâlâ aynı güven duygusunun mirası, har vurup harman savrulmaktadır.
Komünizme karşı ancak siyasal İslâm’ın değerler takımını kullanabilecek kadar “birikimli” olan siyasal milliyetçilerimiz, meselâ dinde, kabullerin temelinde “kul hakkının” yani doğrudan ferdin yattığını idrak edememiştir. Oysa kul hakkı bize iki şeyi va’z etmektedir:
Birincisi “kul”, ferttir. Yani cezaî ehliyet, sorumluluk ve beklentiler “kul” /fert ile ilgili, ferda aittir.
İkincisi ise varlıkların kullanılma sorumluluğunun ferde ait olduğudur ki bu da Locke ve daha sonra Nozick tarafından geliştirilen “yetkilendirme kuramında” ifadesini bulan, mülkiyetin meşruiyet temellerine işaret eder. Mülkün meşruiyeti, edinilme şekliyle belirlenir ve mülkü edinen özne, daima ferttir/bireydir.
Bu iki kabulden dolayıdır ki meşruiyeti “masumiyet karinesinden dolayı” kabul edilen ve edilmesi gereken, mülkiyetin, bu dünyadaki –elbette geçici, çünkü insan ölümlüdür…- somut ve sorumlu sahibinin fert olduğudur. Yani hiçbir servet, aksi ispatlanamadıkça -ki bu da demektir ki hırsızlıkla, gaspla, yağmayla elde edildikleri açıkça ortaya konmadıkça- hiç kimsenin bir diğerine bahşettiği bir varlık değildir.
Sözde ideolojik temelinde, benimsediği köylü dindarlığından dolayı, metodolojik bireyi barındırmayan siyasal milliyetçiliğin, bu yüzden, kul hakkının sosyo-ekonomik anlamı üzerinde düşünmesi de mümkün olmamıştır. Bu yüzdendir ki siyasal milliyetçilik, servet sahiplerini , daha en başında toplumun soyguncuları, hırsızları kabul ettiğini ve bu yüzden kendisinin sosyalistleştiğini fark edememiştir.
Bugün artık yapılması gereken iki şey vardır. Milliyetçilik kendisine, köylü dindarlığından kurtararak şehirlerin ve karmaşık/büyük toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir entelektüel donanım kurmalı/edinmelidir.
İkincisi ise “milleti” yeknesak ve büyük bir köylü toplumu olarak görmekten vazgeçip ferdin temel haklarının teminatına dayanan, ciddi bir hukuk devleti idealine bağlanmalı ve “toplumsal düzendeki” “tadilatı” buna göre tasarlamaktır. Milletin koca bir köylü toplumu olarak görmenin en büyük mahzuru, onu topyekûn değiştirecek “Dokuz Işık” gibi açıkça kolektivist, iddialı ama boş toplum mühendisliği projeleri üretmektir. Bu tip bir düşüncenin gerçek hayattaki sonucu ise servet edinmeye duyulan yoğun bir bürokratik ve siyasal düşmanlıkla beraber, ferdin her türlü ekonomik faaliyetinin komuta edilmesine kalkışılması, yani sosyalizm esareti olacaktır.
Milliyetçiler artık şunu idrak etmelidirler ki kişinin rızaya dayalı mübadelelerden elde ettiği her şey ancak ve yalnız onun malıdır, mülkiyetidir. Ferdin rızaya dayalı mübadelelerden elde ettiği şeyin meşruiyetinin ölçüsü onun hileye, zorlamaya dayanmadan elde edilmiş olmasıdır. Bu konuda kimsenin konuşmaya hakkı olamaz. Hiçbir pazarcı, bir günlük alışverişten elde ettiği küçük servetini millet dahil hiç kimsenin lüf-u keremine vs borçlu değildir. Hiçbir sanayici, gerçek ve kullanılır buzdolapları üretirken elde ettiği gelirini, servetini, devlete veya millete veya “proleterlere” ve borçlu değildir.
Milliyetçilerin işi, “millet adına” zorbalık projeleri, mülkiyet gaspı gerekçeleri üretmek değildir. Serveti elde etmesindeki sorumluluğu da onu harcarkenki sorumluluğu da ferde aittir. Milliyetçiler hayalî asr-ı saadet Arap toplumları üretmekle değil, mevcut toplumsal yapımız içinde kökeni, inancı, cinsiyeti vs ne olursa olsun milletimizin her bir ferdinin, kendi adının egemen olduğu topraklarda temel haklarının tam bir teminat altında olduğuna dair sarsılmaz bir güven ve gururla yaşamasını sağlamakla mükellefitr. Onların yapacakları iş, servet düşmanlığı ve sözde İslâm’a göre servet gasp edip paylaştırmak değil, Türk Milleti’nin her bir ferdinin, meşru alış verileri ile devlet dahil hiçbir zor kullanıcının zorbalığı olmaksızın servet edinebileceği bir ekonomik ortamı tesis etmektir.
Bu da ancak “hukuk” diye alt dinler haline gelmiş Emevici mezhepçilik ve politikaları artık bir tarafa bırakmakla ve Türk Milleti’nin her bir ferdinin, kendi egemenliğindeki vatanında, dürüstçe ve zengin yaşayacağı lâik, mülkiyete tam anlamıyla saygılı, hürriyetçi ve medeni bir devlet kabulüyle mümkündür.
Türk milliyetçiliğinde, “mukaddesatçılık” denen sulandırılmış siyasal İslâmcılık artık temizlenmeli ve milliyetçilere cemaatçi/tarikatçi telkinlere son verilmelidir. Çünkü bunların hepsi, Türk milliyetçiliğini, millet adına ferdi reddeden dinci/kolektivist bir zorbalık siyaseti haline getirmektedir. Türk milliyetçileri, içlerindeki dinci yapılanmayı,dinci fikirleri reddetmedikçe hiçbir sosyo ekonomik fikir üretemeyecek ve sosyalizmle siyasal dinciliğin arasında, bunların mallarını tırtıklayan ucuz taklitçiler olmaktan öteye gidemeyeceklerdir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder