Mahir Çayan’ın bütün yazılarının derlendiği bir kitapta* Marx’tan yapılan şu alıntı önemli göründü:” Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri ile ya da bunların hukuk ifadesinde başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşerler…”
Bu uzunca cümleyi, parça parça inceleyerek ne dediğini anlamaya çalışalım:
“Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri” Gelişmeler ne demektir? Önceden bilinebilecek ve mutlak belli bir şekilde meydana gelebilecek değişiklikler midir? Gelişmelerin hangi aşamasında?
Burada anahtar kelime, “belli”dir. Bu kelime belki de Marx’ın yegâne sığınağıdır. İnanılmaz derecede yorucu ve kalabalık yazılarının, üzerinde dönüp dolaştığı kelime budur. Bu kelime ne açıkça görünen bir delile veya duruma işaret etmektedir ne de tahmin edilebilir bir öğeye… Hep “belli bir şekilde” olan bir şeyden bahseder ama bu belli şeyin nasıl ortaya çıktığına dair en ufak bir açıklama getirmez.
“Belli” sıfatına sığınarak “öncülsüz” önermeler türetmeye çalışmıştır. Aslında Marx’ın cümlelerine önerme demek de mümkün değildir. Çünkü “belli” olduğunu düşündüğü şeylerin yanlışlanıp yanlışlanamamasıyla ilgilenmemektedir. Çünkü bir önerme “doğruluğu veya yanlışlığı açıkça gösterilebilen bir cümle” demektir. Marx adına üzülerek söylemeliyiz ki felsefe önermelerle yürür. Yani? Bir yanlışlık testine tabi tutulabilen cümlelerle… Belki yanılıyor olabiliriz ama felsefenin mantıkla beraber okutulması da herhalde bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır?
Demek ki ne olduklarını, nasıl olduklarını anlayamadığımız bir takım gelişmelerin, “belli” bir aşamasında, “toplumun maddi üretici güçleri” (özne) bir şeyler yapacak veya bir duruma gelecektir…
Soru şudur: “Toplumun maddi üretici güçleri” kimlerdir? Öyle görünüyor ki bu tabirden kasıt işçilerdir. Tabirin iç çelişkisi, ferdin varlığını “maddi bir nesne” olarak görmesine dayanmaktadır. Bu durumda meselâ “manevi üretim güçleri” var mıdır? Marx bununla ilgilenmemektedir. Çünkü ona göre işçiler bir fabrikaya girer ve “belli bir süre sonra” fabrika bir gebenin bebek doğurması gibi buzdolabı, çamaşır makinesi vs üretmeye başlar! Sorunun cevabı basittir: Buzdolaplarını işçiler üretmiştir!
Öncelikle, “toplumun maddi üretici güçleri” tabiriyle Marx somut fertleri kast etmektedir. Bu fertlerin özelliği işçi olmalarıdır. Buraya kadar sorun yoktur. Sorun, “üretim” denen şeyin tabiatı, kökeni konusunda Marx’ın hiçbir fikrinin olmayışıdır. Zira buzdolabının “üretimini”, onun parçalarının birleştirilmesinden ibaret görmek dışında herhangi bir fikri yoktur.
Meselâ buzdolabının soğutmasını sağlayan mekanizmanın hazır bulnana bir takım parçalar olduğunu düşünürseniz, “ Budalalar İçin Marksizm Serisi’nden” zevk almamanız mümkün değildir.
Toplumun üretici güçleri denen montaj işçilerinin, yalnızca önlerindeki şemaya bakarak birbirlerine ekledikleri parçaların neye hizmet etmesi gerektiğine dair yaratıcı düşünce Marx’ın havsalasının alamadığı bir şeydir. O zanneder ki kapitalistler bir fabrika açar, içine işçileri doldurur ve belli bir süre sonra işçiler kendi “emeklerinin ürünü” olan ama sahip olamadıkları şeyler üretmeye başlar.
İyi de sayısız işçileri bir araya topladığımızda, bir araya gelerek herhangi bir televizyon çeşidi ürettikleri bugüne kadar görülmemiştir. Neden? Çünkü onların ancak montajını bildikleri şey aslında bir fikirdir, bir prensiptir! Yani toplumun ister maddi, ister betondan bütün “üretici güçleri” veya işçileri bir araya gelse buzdolabını var eden termodinamik kanunlarını bulamayacaktır!
O halde toplumun maddi üretici güçleri tabiri açıkça anlamsız ve boştur! Çünkü üretimin esası, üretilecek şeyin “yaratıcı fikrinde” yatar, onun işçilerce ezbere yapılan montajında değil! Üretimle ilgili fikri bir bilgisayar programına döküp robotlara yüklediğinizde size kesinlikle mükemmel ürünler çıkaracaklardır. Bu durumda “maddi üretici güçler” olarak robotları mı kabul etmemiz gerekecektir?
Gelelim cümlenin ikinci yarısına: “o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri ile ya da bunların hukuk ifadesinde başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşerler…”
Derhal "Kapital’e" sarılacaklara hemen bir uyarıda bulunmalıyız. Marx “üretim ilişkileri” denen şeyin ne olduğunu tanımlamamıştır. Öncüllerden yoksun olmasıyla çıkarımcılıktan da sınıfta kalan Marx, ne yazık ki “olgucu” tutumunda da “emek-değer” saçmalığında düştüğü hataya düşmüştür. Kendi devrinde var olan şeylere bakmak dışında Marx var olanı anlamlandırmayı becerememiştir.
“Üretim ilişkilerinden” bahsederken durmadan siyasal sistemlere, toplumsal düzene atıfta bulunmaktadır. Ve meselâ “feodal üretim ilişkileri” diye bir şeyden bahsettiğinde aslında feodaliteyi analiz etmemektedir. Sadece ne görmüş ne okumuşsa ondan bahsedip sonra da bunlara bir ad vermiştir. Üretim ilişkileri tabirinin herhangi bir tanımı olmadığından bunu, bu tabirin “yanlışlanamazlığına” delil olarak kullanmış ve karşımıza nur topu gibi bir aksiyom koymuştur, kendine göre.
O halde “üretim ilişkileri” derken neyi kast ettiğini kendimiz tahmin etmeliyiz. Üretim ilişkileri derken Marx, tahminen, üretenlerle “egemen sınıflar” arasındaki ilişkiden bahsetmektedir. "Üretimin, üreticinin kendi hesabına mı yapıldığı, yoksa üreticinin köleleştirildiği bir sistem mi geçerlidir?" gibi soruların cevabı için geliştirilmiş bir terim olmak ihtimali büyüktür.
Bu tamlamada belirsizlik “ilişki” kelimesinden kaynaklanmaktadır. “Üretim ilişkileri” denen kavram, “bir üretimi gerçekleştiren birimlerin birbiriyle ilişkisi” anlamında kullanılıyorsa, bu durumda, öncelikli sorun, ürünün meydana getirilebilmesi için birimlerin en az sorun çıkarak şekilde birbiriyle ilişkilendirilmesi olmalıdır.
Eğer bu terim, “üretenlerle üretmeyenler arasındaki ilişkiler” veya “egemen sınıflarla üretenler arasındaki ilişkiler” anlamlarında kullanılıyorsa insanın aklına kendiliğinden şuna benzer bir soru gelmektedir: “ Üretenler ve “diğerleri” birbirlerinden ayrı gruplar mıdır?” Veya asıl can alıcı soru şudur: “Bir toplumda, bir şey üretmeyen herhangi bir birey var olabilir mi?”
Marx’ın fazlasıyla çarpık ve yetersiz iktisadî algısı, Avusturya Okulu’nun gayet yerinde gösterdiği şekilde “Herkesin hem üretici hem tüketici” olduğu gerçeğine fersah fersah uzak kalmıştır. Marx için “üretim” ancak bir anahtar döndürülerek birbirine takılan, vidalanan metal parçalardan ibarettir. Marx için bir senfoninin, bir romanın, veya buzdolabının fikir hakkının hiçbir önemi yoktur. Marx bunları anlayıp da önemsememiş değildir; Marx’ın bunlardan haberi bile yoktur! Dolayısıyla mesela hemen hemen bütün üretim faktörü ( ki bu terim gerçek bir anlam ifade eder) hayal gücünden ibaret olan bir yazarın geçinebilmesinin, Marxist iktisat(!) açısından izahı mümkün değildir!
Bir yazar, hangi “üretim ilişkisi” içinde geçinmektedir? Meselâ feodalite döneminde yaşayan bir şairle, “kapitalizm” dönemindeki bir şairin içinde bulundukları üretim ilişkileri nelerdir? Bir şiirin ortaya çıkmasında bir derebeyinin lütfu ile bir yayıncının kâr güdüsü arasındaki fark nedir? Veya şöyle sormalıyız: Bir şairin şiire yönelmesi yani üretmesi onun kiminle nasıl bir ilişkisi olduğuna mı bağlıdır?
Şiirin içeriğinden değil de üretiminden bahsettiğimizi hatırlatmamız sanırım yerinde olur. Veya şunu sormalıyız? Bir demircinin feodal dönemde yaşamış olmasıyla, kapitalist(!) dönemde yaşamış olması arasındaki fark nedir? İkisinde de yaptığı kılıçları, veya eşyayı , maddî karşılıklarını alarak mübadele etmekte midir, etmemekte midir?
Bu noktada, “üretim ilişkileri” teriminin saçmalığını “mülkiyet ilişkileri” diyerek kapatmaya çalışan Marx’a dönüyoruz. Dikkat edilirse Marx “üretim ilişkileri” teriminin açıklayıcılığının zayıf olduğunu aslında bilmektedir. Onun iiçn “mülkiyet ilişkileri” diye daha ayağı yere basan bir terim ile açıklamaya girişmiştir. O halde sorumuzu şu şekilde sorabiliriz:
“Bir demircinin, çevresiyle kurduğu ilişki ( üretim ilişkisi) dönemler boyunca gerçekten değişmiş midir?”
Marx’ın “mülkiyet ilişkisi” diyerek sözde açıklamaya çalıştığı ve zaten kötülenmiş bir kavram olan mülkiyete yönelik önyargıya sığınmak dışında bir kurnazlık sergileyemediği cümlesine dayanarak şunu söyleyebiliriz ki:
Bir demirci feodal dönemde çevresiyle nasıl bir mübadele ilişkisi kurmuşsa, kapitalist(!) dönemde de aynı şekilde ilişki kurmuştur! Yani? “Mal bedeli karşılığında mübadele” insanlığın başından beri değişmeyen bir ilişki şeklinde devam edegelmiştir.
Aslında Marx üretim ilişkileri deyimini sık sık üretim biçimleri ile karıştırarak da kullanmaktadır. Belirsizliklerden beslenen ve böylece “yanlışlaşmazlık” zırhına bürünmeyi seven Marx için üretenlerin, aynı zamanda başka üreticilerin tüketicileri olmaları hakikatinin ve üreten herkesin diğer herkesle daima aynı şartlarda ilişki kurmasının, toplumun temeli odluğuna dair hakikatinin hiçbir önemi yoktur.
Üretimin şeklinin değişmesi üretimde geçerli olan ilişkileri değiştirmez. Veya siyasi sistemlerin değişmesiyle üretenlerin tüketenlerle ilişkisi değişmiş falan değildir. İnsanların sulhe dayalı doğal toplumsal düzenlerinin temelindeki mutabakat, “rızaya dayanan mübadeledir”. Kölelik gibi kurumların tutunamamasının sebebi de bu doğal mutabakata karşı yürütülen sistemlerin, toplumsal yapının ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır.
Herkesin hem üretici hem tüketici olması hakikatinin temeli nedir peki? Bu, herkesin herkes tarafından saygıyla karşılanan “mülkiyet” hakkına sahip olmasıdır. Dolayısıyla “üretici güçler” denen işçilerin “sahip olmak ve tasarrufta bulunmak” ( terimden haberdar olan ve hakkını veren İskender ÖKSÜZ’e sonsuz teşekkürler…) haklarının diğer herkesle aynı ölçüde kabul edilen saygınlığı sayesindedir ki aslında işçilerin hiç kimseyle çelişen bir ilişkileri yoktur. Eğer gerçekten salt ve istisnasız bir gasp sistemi var olsaydı, “ezilen” kesimlerin hemen hiçbir şeye sahip olmalarına izin verilmezdi. Oysa i işçiler sözde menfaatlerinin çatıştığı patronlarıyla çalışmalarına rağmen hak ettikleriyle elde ettikleri her ne varsa, onun, toplumda, çalınmasına karşı bir mutabakatın teminatı altında bulunduğunu bilirler. İşte bu, “mülkiyet ilişkilerinin” çelişkiye değil, mutabakata dayandığını gösterir.
Yukarıda tahlil ettiğimiz hurafe, uğruna milyonlarca insanın katledildiği, milletlerin parçalandığı, ülkemizi de tehdit eden etnik ırkçılık alçaklığının, kendisiyle meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir vahşet ve ilkellik manifestosunun temel cümlelerinden biridir. İşte bu, elinizdekileri sözde işçiler adına yağmalamak için bekleyenlerin çarpık aklıdır! İşte bu, paylaşmanın erdemine inanan sizlerin ahlâkınıza yöneltilmiş en kalleş silâhtır! O silâh ki sizi dindar -dinsiz, işçi patron, Türk-Kürt, İtihatçı-liberal diye ayrıştırmaya çalışan her türlü bölücünün çarpık aklının işleyiş biçimidir. İşte bu, sahte çelişkiler yaratarak sizi birbirinize yok ettirmeye çalışanların, kullanım kılavuzudur. Dünün bölücü Marksistlerinin bugünün bölücü liberalleri olmasına şaşıyorsanız fikir babalarına bakmanız yeterlidir…
*“Mahir Çayan Bütün Yazıları”: Abaküs Yayın: 2004: Shf:194
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder