21 Nisan 2011 Perşembe

Sonuca Tapmak Ve Çarpık Ekonomi Algımız

Genellikle doktorlara görünmekten çekiniriz. Sebebi,   genellikle beklediğimizden  daha kötü haberler vereceklerinde dair duyduğumuz endişedir.
Çünkü  doktora gitmemizi gerektirdiğini düşündüğümüz bir rahatsızlık, genellikle bir hastalığın epey ilerlemiş bir aşamasıdır. Vücut hastalığın yarattığı eksiklikleri  belli bir süre kendi kendine giderir ve bir süre sonra giderememeye başlar. Bu da belirtilerin ortaya çıkması demektir.

Yani? Yani biz bir “sonuca” ulaştığımızda, bir takım şeyleri fark ederiz. Ve genellikle söylenen şu olur: “Ne olmuşsa olmuş! Artık şu işi çözmeye akmalıyız!”
Aslına bakılırsa bu bakış açısı sadece sağlıkta değil, hayatın her alanında kullanılır. En göze batan kullanım alanı da ekonomidir.

Hepimiz sağlıklı bir hayat için gerekenleri az çok biliriz. Sigaradan ve alkolden uzak durmak, lifli gıdalara mönümüzde yer açmak, her gün mutlaka  biraz hareket, bol su içmek vs vs vs… bunların, işlerin yolunda gitmesi için gerekli olduğuna dair hiç birimizin şüphesi yoktur. Hiç kimse günde sekiz bardak suyun aslında zararlı olduğunu iddia etmez. Veya lifli gıdaların kanserden koruduğuna dair  elde edilen deneysel bilgilerin güvenilirliğini tartışmayız.
Buna rağmen, içkiden, sigaradan, hazır gıdalardan, hareketsizlikten uzak kalamayız. Ve sonra…  Hasta teşhisle karşılaştığında kendini kurban gibi hisseder. Teşhisle varılan sonuca kimin nasıl ulaştığını düşünmez ama birilerinin onu bu yola ittiğini düşünür.
Bu mantık bütün çarpıklığı ile siyasete ve ekonomiye yön verir.
Hükûmetler sürekli ekonomiyi geliştirmekten bahsederlerken yaptıkları budur. Onlara göre  iyi ekonomik veriler elde ediliyorsa sorun  yoktur. Baştaki hükûmet, elde edilen iyi ekonomik verilerin yaratıcısı addedilir.
İşin garip tarafı ne zaman bir ekonomik kriz patlak verse suçlu olarak derhal “piyasa” mahkûm edilir. Öyle ya, eğer iş adamlarının “dizginsiz” hevesleri ve açgözlülükleri olmasa, işleri onların yerine düzenleyecek, işlere komuta edecek birileri olsa, bu krizlerin hiç biri ortaya çıkmayacaktır…
Bir yanda kendi imkânları ve zekâsıyla belli bir servet edinen bir taşralının serveti, diğer yanda o servetin paylaştırılması gerektiğini düşünen sosyal adaletçiler…

Acaba gerçek böyle midir?

Piyasa gerçekte “düzensiz” ve vahşi  midir? “İyi sonuçlar” elde etmek için gereken meleksi bir “iyi niyet” ve  iyi bir tasarlayıcı akıl mıdır?
O halde  bu  bakışın odak noktasını bulmakta öncelikli bir faydamız varır. Mevcut sosyoekonomik bakışımız “ sonuç odaklı” bakıştır. Sonuçlar iyiyse  yol doğru, kötüyse yanlıştır.
Mantığın bu aşamasında sorun yoktur. Zaten hayatın gerçeği budur. Sigara içerseniz büyük ihtimalle kötü bir sonuca ulaşırsınız. Paranızı iyi harcamazsanız, iflas edersiniz. Dersinize çalışmazsanız sınıfta kalırsınız. ( En azından eskiden öyleydi...)

O yüzden kötü sonuçlara ulaşılması halinde gidilen yolun yanlış olduğu çıkarımı daha kolay  anlaşılır. Bu konuya daha sonra tekrar dönelim.
Ekonomide en öneli sorun şudur: İyi sonuçlara ulaşılmasının yolları acaba yeterince iyi anlaşılmış mıdır?
Buna “Evet” diyebilmek pek mümkün değildir. Bunun en büyük sebebi, karma ekonomi denen ekonomik düzenin, bütün dünyada, ekonominin tek ve meşru şekli sayılması ve bütün işleri takip edilemez derecede  karmaşık hale getirmesidir.

Sürekli, politikacıların, bir takım ekonomik veriler açıkladığını, bunarı yorumladığını  ve hüküm verdiklerini işitiriz.  “İhracatımız bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 3 arttı!” gibi cümleler hepimize derhal hükûmetlerin ekonomiyi doğru idare ettikleri izlenimini verir. Öyle ya, madem  doğru bir sonuca ulaşılmıştır,  hükûmet doğru şeyler yapmış olmalıdır.

Burada sorun, “iyi sonuca kimin sayesinde ulaşıldığıdır.
Ekonomide “iyi” sonuç, artan bir faydaya, “kötü” sonuçlar da azalan faydaya işaret eder. BU gün için  elinizde bulunan on birim fayda yarın  bir şekilde dokuz birim haline geliyorsa, yapmak istediklerinize daha az imkân bulabiliyorsunuz demektir, işte bu “ekonomik kötüdür”.

Karma ekonomi düşüncesinde murat  “ekonomik iyinin”, ekonominin değişmezliğinde yatıyor olduğudur. Dolayısıyla devletin görevi, sabit bir satın alma gücü, sabit bir  enflasyon oranı, sabit bir  istihdam sağlamakmış gibi görünür.
Oysa ekonominin tabiatı akışkandır ve ekonomi sürekli bir akıştan ibarettir. Karma ekonomiciler  bir akışkanın akışkanlık özelliğini, devlet müdahalesine açık,  bir naylon torbada hapsetmenin yeterli olduğu kanaatindedirler. Büyümezse yok olacak bir faaliyet alanı,  iyiyi, sabitle özdeşleştiren bir  müdahalecinin tazyikine maruz kalır. Devlet, sabiti iyi olan sandığı için bir torbada dahi ancak kendi şartlarının doğal haliyle şeklini bulan ekonomik ortamı söz gelimi kendi iyi mülahazası yönünde küp veya piramit haline getirmeye çalışır.
Mesele şudur ki  ekonomik ortamın akışkanlığını sağlayan şeyin ne olduğuna dair devletin de sosyal müdahalecilerin de hiçbir fikri yoktur.
Ekonomik akışkanlığın aktörleri, birbirlerinden sınırlı derecede haberdar olarak bir arada bulunan ve bu yüzden sürekli hareket etmek mecburiyetinde kalan, beklentileri, amaçları bambaşka, ama bir arada bulunmanın asgari şartlarına uymakta mutabık kalmış insan evlâdıdır. Toplumsal düzenin kendiliğinden ve bir kısmı tasarlanmış kurumlarına uymak mutabakatı, ile fertler bir arada bulunur ama bu beraberlik onları aynılaştırmaz. İşte bu farklılaşma ekonominin akışkan tabiatını meydana getirir.
“Eşitlik” fikrinin günümüzdeki yaygın yanlış anlayışı  da “herkesin aynı şartlarda sabitlenmesi” olarak tercüme edilebilir. Bu tespit ile herkesin, bir daha değişmeyecek bir iyilik ortamında yaşayacağı  hayali herkesi uyuşturur.

Bütün bu  fikirlerin temelinde “ekonomik iyinin, devlet eliyle belirlenmesi” hurafesi vardır. Böylece insanların kendi fayda  algılamalarına sahip olmaları,i bencillik, vahşet, çıkarcılık yaftalarıyla engellenir.
O halde bencil olmayan, çıkarcı olmayan bir bireyin, meselâ hidrojen yakıt hücresi üretmekteki amacı ne olabilir? Yıllarca didinerek edindiği bilgilerin sonucu olan bir “iyiliğin” sorgusuz sualsiz elinden “toplumsal iyilik” için karşılıksız alınması, gerçekten bir iyilik midir?

Veya şöyle düşünelim: istihdam arttığında istihdamı arttıran kimlerdir? İhracat arttığında ihracatı arttıran kimlerdir? Büyüme arttığında büyümeyi sağlayan üretimi yapanlar kimlerdir? Bahsettiğimiz  artışların hepsi birer ekonomik iyiliktir. Birer iyi sonuçtur. Bu sonuçlara ulaşmamızı sağlayanlar kimlerdir? Elbette o işlerle uğraşan bağımsız bireylerdir. Peki bu sonuçlara ulaşılmasında gözetilen yol nedir?
Bu yola çıkıştaki müşevvik nedir?

Bunların hepsi, bu işleri yapanların kendi faydalarını arttırmak için uğraşmasına dayanır. Bu konuda engellenmeyeceklerine dair duydukları güven ile yola çıkar ve  faydaların sayısını arttırırlar. Kendi faydalarını arttırmak için diğer insanlara gerçek faydalar sunarlar. Eğer iş adamlarına mucitlere, zenginlere  sahtekâr gözüyle bakıyorsanız, neden evinizde onların ürettikleri gerçek değerleri  bulundurarak refah gösterişi yaptığınızı kendinize sormalısınız. Neden en kaliteli buzdolabını  kendi paranızla almaktan gurur duyarken , yiyeceklerinizin ömrünü kat be kat arttıran gerçek bir faydanın üreticisine “kapitalist!” diyerek hakaret ettiğinizi kendinize sormalısınız.

Peki bu aşamada devletin, sosyal adaletçilerin, sosyal her türlü  yağma örgütünün payı nedir? Sıfır!

Oysa haberlerde hükûmet liderlerinin , elde edilen fayda artışını  hiç sıkılmadan kendi iktidarlarına bağladığına şahit olursunuz. Aslına bu konuda haklıdırlar. Demek istedikleri şudur: “Hükûmetimizin keyfi zorbalığından uzak tutulan, ona yanaşabilen iş adamlarının gayretleri sayesinde faydalarımız arttı!”
Hükûmetler için “iyi sonuçlar” ancak kendi sopalarıyla dürterek meydana getirdikleri sonuçlardır ama bir insanı sopayla dürterek iyi bir sonuç alınabildiği henüz görülmemiştir. Zaten hükûmetlerin amacı, doğru bir yoldan ulaşılan bir iyi sonuç değildir, “ne pahasına olursa olsun” ulaşılan iyi sonuçtur.

İyi sonuçlar ne pahasına olursa olsun elde edilemez. Çünkü “ne pahasına olursa olsun”, bütün kaynakları vahşice tüketmek anlamına gelir ki  bu anlayışla sonuca varacak benzin bulmanız bir müddet sonra imkânsız hale gelir.

Faydaları israf etmenin en berbat yolu, salt iyi bir sonuç için aklınıza geleni yapmaktır. Oysa iki köy arasındaki en kısa ve emeksiz yolu bulmak kabiliyetini Tanrı meselâ eşeklere verdiğinden, eskiler asla “ne pahasına olursa olsun” yol keşfi yapmamış,  en kısa ve rahat yol faydasını bulmak için en maliyetsiz ve dönemindeki tek yöntemi kullanmışlardır.

Kötü sonuçlara ulaşıldığında mesele, sonuca götüren  seyrü sefer emrini kimin verdiğini bulmaktır. İyi bir sonuca ulaşıldığında  yapılacak tek şey herkesin meşru rotalarda gidip gitmediğine bakmaktır ki bu zaten  sefer esnasında mutlaka kontrol edilir, edilmelidir. Hiçbir gemi, kralların, hükûmetlerin bilgeliği sayesinde fırtınadan kurtulmaz. Kaptanlarının tecrübesi sayesinde  limana ulaşır.

Hiçbir  gemi,  zararlı kargosunu kaptanın tecrübesiyle kurtaramaz. Kralların, hükûmetlerin görevi, fırtınaların, kasırgaların yaptığını yapmak değildir. Onların görevi, dürüst kaptanların  fırtınadan koruyabildikleri meşru kargoların emniyetini sağlamak ama haşhaş kaçakçısı kaptanların kendilerini kurtarmasına engel olmaktır.
Oysa karma ekonomi, fırtınalardan yorgun düşmüş kaptanlarla, kaçakçıların aynı limana gelmesini bir tutar. Karma ekonomiciler için limana yanaşan her gemi mutlaka kötüdür, çünkü karma ekonomicilere göre iyi kaptanların da kötü kaptanların da kendi çıkarları için çalışıyor olmaları onları,  aynı kefeye koymamız için kâfi sebeptir.

Böylece meselâ liman idaresi gemicilere şu mesajı verir. “Sizin iyilikten ve faydadan ne anladığınızı bilmiyorum ve umursamıyorum. Benim emirlerime uymadıkça hepiniz korsansınız!” Böylece kendi kafasındaki iyi sonuçlar dışındaki her sonucu, “suç” olarak yaftalar ve cezalandırır.
Bu anlayışın günümüz ekonomi politiğindeki yansımaları sosyal güvenlikte devlet tekeli,  asgari ücret dayatması, bazı sektörlerde  fiyatlara doğrudan devlet  müdahalesi/emri( eczacılık), parasız  eğitim ve sağlık yoluyla bu konularda devlet tekeli vs.

Mesele şudur ki iyi sonuçları meydana getiren ve ancak her bir ferdin kendi maharetiyle meydana getirilmiş yolları  görmezden gelirseniz, o fertleri de görmezden gelmiş olursunuz. O zaman, varlıklarına saygı duymadığınız insanlardan, iyi sonuçlar hasıl etmelerini beklemeye başlarsınız ki bunun tek bir adı vardır: Sosyalizm!

Sonuca tapınan  anlayış insanî değildir. Sonuca tapınan bir anlayışla hiçbir iyiliği ve adaleti temin edemezsiniz. Çünkü sonuca tapınmak, adaletin üzerinde durduğu ispat ve ikna metotlarını yok saymaktır.
Bugün toplumumuzu sınıfsal, inançsal ve etnik yönden bölmeye uğraşan her türlü grup, sonuca tapınmaktadır. “Ne pahasına olursa olsun” kendi iyi sonuçlarına ulaşmaya çalışan bu gruplar, kendi emellerinin pahasını, başkalarına ödetebileceklerini düşündükleri için sonuca tapınmayı kârlı bulurlar.
Bu yüzdendir ki  yukarıda saydığımız grupların hiç biri fertten, piyasadan ve kârdan bahsetmez. Çünkü gayet iyi bilirler ki fertlerin kendi çıkarları için meşruiyet zeminindeki mutabakat ile yürüttükleri mübadelelerde, etnik, inançsal ve sınıfsal ayrımcılıkların hiç birine yer olamaz.

Bundan dolayıdır ki ülkemizde devlet (hükûmetler ve bürokrasi) artık insanlara iyilik  dayatmaktan, herkes için iyilik düşünmekten vazgeçmelidir. Çünkü devletin “istihdam yaratmak” iyi sonucu için her bir memura karşılık dört kişi işsiz kalmaktadır. Bu politika ile her bir çalışan Türk’ün omuzlarındaki işsiz ve emekli sayısı hızla artmaktadır.

 “Herkese bedava sağlık hizmeti” iyi sonucu için , on milyona yakın yeşil kartlının her gün icra takibine uğrayan sayısız  Bağkurlu tarafından bakılması sonucu ortaya çıkmaktadır. Herkese bedava eğitim iyi sonucu hedeflenmekte ama  ne öğretmen açığı giderilebilmekte ne de o bedava hizmeti üretecek insanların geçimi sağlanabilmektedir. 

Ülkemizde bedava eğitim, bedelsiz çalışacak öğretmenler ile sağlanmaya çalışılmaktadır.  Şeker fabrikaları vaktinde çok kıymetli şekeri üretirken şimdi, asıl üretmeleri gereken ürün olan alkolü üretemeyecek durumdadırlar. Devletin “herkese iş” iyi sonuç hayali, ülkenin bankamatik memurlarıyla ve işçileriyle dolmasına yol açmıştır.

Devlet kendi üretmediği büyümeyi ve kaynakları, kimseye sormadan çarçur edebilmek istemekte ama aynı zamanda bu büyümeyi ve kaynakları yaratanlardan aynı şekilde çalışmayı sürdürmelerini istemektedir. İşte sonuca tapınmanın öldürücü çelişkisi budur.
Türkiye, eğer gerçekten büyümek istiyorsa, büyümesini sağlayan gerçek insanları, bu  çelişkiden artık azat etmelidir.




Hiç yorum yok: