4 Nisan 2011 Pazartesi

Türk Milliyetçilerinde İktisat Felsefesi Sorunu


Bu olayın sadece farklı bir boyutu, bir de diğer boyutu var. Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu bu işin patronudur. Bankaları denetlemek ve düzenlemekle sorumludur. Bankanız var diye istediğiniz kararı alıp istediğiniz icraatı yapamazsınız. Bir bankanın alacağı her karar aynı zamanda ülkeyi olumlu ya da olumsuz etkiliyor. Bu nedenle hükümet bankaları kontrol altında tutmak zorundadır. Ali Babacan’ın tehdit gibi açıklaması genç ve acemi siyasetçiliğinden kaynaklanmıştır. Yoksa Ali Babacan’ın anlatmak istediği şey doğrudur. Türkiye’de krizin tüm sorumluları bugüne kadar hep politikacılar gösterilmiştir. Bu da doğrudur, ancak o seviyeye gelişinin en büyük etkeni de bankalardır. Doları açık pozisyonlarından dolayı bir gecede yüzde 50 yükselten, yine aynı açıktan dolayı gecelik yüzde 7 bine kadar faiz veren bankalar değil miydi?”

Yukarıdaki alıntı Yeniçağ Gazetesi’nin bir köşe yazarının yazısından… Yazının sanalağ bağlantısı aşağıda verilmiştir.

Yazının en can alıcı yeri, sanırım bu paragrafı… Burada Türkiye’deki ekonomi anlayışımızın, felsefemizin parmak izini görüyoruz. Daha özelde de Türk milliyetçilerinin genel ekonomik felsefesizliklerinin, fikirsizliklerinin düşündürücü bir anlatımıdır.

Paragrafın ikinci cümlesi zaten bu felsefeyi(felsefesizliği) ürkütücü şekilde açıklıyor. Nedir o? “Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu bu işin patronudur.” cümlesi… Demek ki neymiş, bankacılık işlerinin bir patronu varmış ve o da bir devlet kurumuymuş!

Peki o halde bu memlekette hâlâ “özel bankaların var olduğunu” söylemenin, acaba bir manası var mıdır?

“Özel” işletme demek, sermayesini riske ederken onun yarattığı katma değerden de yalnızca kendisi yararlanan işletmek demektir. Bir adam, kârlı olduğunu düşündüğü bir sahaya parasını yatırdığında konuyla ilgili sınırlı bilgisini kullanmakta ve bu yüzden de risk almaktadır. Bu risk sonucu batarsa, eğer sahtekârlık etmemişse kendinden gayrisine karşı, herhangi bir sorumluluk taşımaz.

Dolayısıyla bir adamın parasının patronu sadece kendisidir!

Bir adamın parasının patronu olması, hem risk hesaplarını yaptığı faydacılık açısından hem de ahlâkî olarak şarttır. Bir adamın, parası üzerindeki tasarrufu onun var olabilmesi anlamına gelir. Eğer parasını kendi istediği gibi değil de BDDK gibi bir patronun emirlerine göre harcarsa o zaman paranın yarattığı sonuçlardan sorumlu tutulamaz.

Yani? Benim paramın patronunun bir devlet kurumu olması, en başta, ahlâka aykırıdır! “Bankanız var diye istediğiniz kararı alıp istediğiniz icraatı yapamazsınız.” Bu cümle fevkalâde talihsiz ve bir o kadar ahlâk dışıdır. Bir bankanız olması demek müşterilerinizle açık ve dürüst bir alışveriş sorumluluğu dışında size hiçbir “pozitif” sorumluluk yüklemez!
Aktardığımız cümleyi “Arabanız var diye istediğiniz kararı alıp istediğiniz icraatı yapamazsınız.” diye de çevirmeniz mümkündür… Veya “Eviniz var diye istediğiniz kararı alıp istediğiniz icraatı yapamazsınız…” da denebilir.

Bankaların büyük miktarlarda para ile işlem yapması, onların sahiplerinin mülkiyet haklarının daha fazla kısıtlanmasını gerektirmez! Bu durumda, bu mantık bizi doğrudan “ Servet kötüdür ve sorumluluğu büyüktür..” anlayışına götürür ki özgür olmanın tek yolu olarak önümüzde fakirleşmek kalır.

Çünkü mülkiyet bir bütündür. Mülkiyet sadece zenginlerin sahip oldukları değil, fakirlerin var oluşlarının da bu dünyadaki maddi belirtisidir. Mülkiyet maddi varoluşun dokunulmazlığının bir ifadesidir. Çünkü bu dokunulmazlık en başta, zihinlerimizde meydana getirilip hayata geçirildiğinde katma değer yaratan, hayatı kolaylaştıran ve mübadeleye konu olan malların meydana getirilmesini sağlayan, insanlığımızı diğer bütün varlıklardan ayıran fikirlerimize dayanmaktadır!

Dolayısıyla bir adamın malının patronunun bir başkası olması, o “başkası” devlet dahi olsa o adamın fikirlerine, zihnine tasallut etmek demektir ki bunu bir hayat tarzı olarak bize sunan ideolojinin adı, “sosyalizm”dir.Bu yüzden sosyalizm insan var oluşu ile çelişir. Bu yüzden sosyalist bir hümanizmanın var olabilmesi, ancak insan denen varlığın devlet eliyle ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

Sonrasında, bu zorbalığın aklîleştirilmesi çabası son derece çocukça ve mide bulandırıcıdır. Ne diyor yazarımız? “Bir bankanın alacağı her karar aynı zamanda ülkeyi olumlu ya da olumsuz etkiliyor. Bu nedenle hükümet bankaları kontrol altında tutmak zorundadır. Ali Babacan’ın tehdit gibi açıklaması genç ve acemi siyasetçiliğinden kaynaklanmıştır.”

Yazarımıza büyük ölçekli üretim yapan herkesin de ekonomiyi etkilediğini, sanırım biri hatırlatmalı. Buradaki, “olumlu veya olumsuz” tabirini gayet sorumsuzca kullanan yazara, “Kime göre?” diye sormalıyız. Yazarımız burada ekonominin bir akıllı adamın idare ettiği bir tür oyun olduğunu sandığı içindir ki olumluluk ve olumsuzluk algısını bu kadar rahat devlete havale edebilmektedir.

İlk olarak para arzının birinci ve tek yetkilisi devlet ise o zaman para piyasalarındaki hareketlerde birinci sorumlu da devlettir. Unutulmamalıdır ki para da diğer bütün mallar gibi bir maldır. Paranın risklerinin gene para ile ifade edilmesi dışında, diğer mallardan hiçbir farkı yoktur! Paranın risk durumlarında devletin para arzı yetkisi görmezden gelinirse, mesele sadece müşterilerle bankacılar arasında anlaşmazlıklar olarak algılanmaya başlanır ki devlet bakanının “polisiye tedbirler” gibi son derece kötü ifadesi bu çarpık algının eseridir.

Piyasada dolaşan para miktarı, paranın marjinal değerini doğrudan etkiler. Yani eğer elinizde bir milyon liranız varsa ne kadar ekmek aldığınızla ilgilenmez ve hatta isterseniz her ekmeği bir lokma ısırdıktan sonra sokağa atabilirsiniz. (Bunu yapacak kadar görgüsüz olmadığınızı elbette biliyoruz.) Gün gelip de elinizde bin lira kaldığında ise artık ekmek sizin için o kadar rahat tüketilemeyecek bir şey haline gelir. Elinizde yüz lira kaldığında ise elinizdeki kaçıncı elli kuruşu tüketmekte olduğunuzun hesabını çok daha dikkatli yapmaya başlarsınız. Elinizde on lira kaldığında artık tüketecek fazla elli kuruşunuzun olmadığı gerçeği kafanıza çok sertçe dank etmiştir. Elinizde bir lira kaldığında son elli kuruş sizin için hayat memat meselesidir.

İşte paranın görünen miktarındaki fazlalık veya azlık, onunla ilgili tercihlerimiz konusunda bize çoğu zaman aldatıcı fikirler verir. Daha doğrusu, kendimizi kandırabilmek imkânını bize sunar. Ama bu gene de aklımızı kullanmak sorumluluğunu ortadan kaldıramaz! Piyango talihlilerinin çok kısa zamanda iflas etmelerinin sebebi de budur. Yukarıdaki cümleye baktığımızda piyangoların yasaklanmasını istememiz de mümkündür çünkü piyango talihlileri, elde ettikleri çok miktarda paraya güvenerek sayısız hatalı harcama yapar ve iflas ederler. Bu durumda onların iflâslarını bir “olumsuzluk” sayarak bunu engellemek için piyangoları yasaklamaya kalkmalıyız belki de?

Bankalar da her birimiz gibi paranın dolaştığı piyasaları kollayıp onun riskini üstlenerek bundan dolayı kâr etmek isteyen, neticede bizden çok daha büyük mal mübadelecileridir. Her birimiz gibi ve büyüklüklerinden dolayı bizden çok daha fazla şekilde, devlet denen para arzcısının akışından etkilenirler. Beklentilerini buna göre şekillendirirler.

Bir hükûmet ekonominin iyi gittiğini söylediğinde ki bütün tuhaflıklara rağmen hükûmetimiz bunu iddia etmeye devam ediyor, piyasadki bütün aktörler bundan şunu anlayacaktır: “Ekonominin iyi olması alışveriş için yeterli paranın var olması demektir. Demek ki piyasada alışveriş için gerekli iktisadî güvencemiz var, oh ne âlâ! Ayrıca bu durumda süreklilik arz ediyor. Yani parayı dolaşımda tutmakta bir sakınca yok!”

Unutulmamalıdır ki dünyanın ilk bilmem kaçıncı ekonomisi olduğumuz ve bu durumun süreceğini iktidar makamı söylemektedir. Yani? Ekonominin vanalarını elinde bulunduran, sözde bağımsız bir merkez bankasının başkanını herhangi bir memur gibi atayabilen bir makam, eğer bunu söyleyebiliyorsa, ona güvenerek alış veriş yapmaktan dolayı hiç kimse suçlanamaz!

Ama iş böyle mi olmaktadır? Maalesef hayır! Paranın güvensizliği, yani dolaşımdaki miktarının düzensizliklerini yüksek faizlerle ifade etmeye kalktıklarında, bankalar “tefeci” gibi suçlanmakta, dolaşan paranın değerlendirilmesi onu için kredi halinde arz ettiklerinde de sorumsuzlukla itham edilmektedirler.

Yazarımızın yazısı ve bakanımızın bankacı algısı, maalesef bankaları, aslen “sahtekâr” olarak kabul etmektir. Yani her halükârda, bankaların “aslında var olmayan paralarla” faaliyet gösteren dolandırıcılar oldukları, bu gün bankaları krizlerin müsebbibi saymanın, telâffuz edilmeyen anlayışıdır, kabulüdür.

Bu kabul, bankacılık faaliyetlerinde müşteriyi sorumsuz yetkili kılmaya varan, çarpık iktisat anlayışına da mesnet teşkil etmektedir. Bu anlayışla,sıradan insanların “yatırımcı riski” aldığı, hepsinin aslında birer müteşebbis oldukları gerçeklerinin üstü örtülmek istenmektedir.
Bu yüzdendir ki bankalara “Kredi vermeyin!” demekle gofret üreticilerine “Gofret üretmeyin!” diye emir vermek arasında bir fark yoktur. Çünkü eğer kredi kartı bir lüks ise buna karar verecek olan herhangi bir bakan değil, banka müşterisidir. Tıpkı gofretin, zaruri bir gıda maddesi olmamasına rağmen bir talep nesnesi olabilmesi gibi.

Eğer bankaların faiz ile dolandırdığını düşünüyorsanız marketten alışverişleri de kesmenizi özellikle tavsiye ederim. Çünkü hiçbir market alışverişi sadece o günün zaruri ihtiyaçlarından ibaret kalmamaktadır. Eğer herkes sadece hayatta kalmasına yetecek kadarını tüketiyor olsaydı zaten hiçbir şey üretilmiyor olurdu. Marketler sizi alışverişe zorlamamaktadır. Reklâmların özendiriciliğine uyup uymamak da sizin sorumluluğunuzdur. Dolayısıyla “kredi kartı mağduru” tabirini kullandığınızda aldığınızın karşılığını veremiyor olmanızın suçunu bankaya yıkamazsınız. Bu durumda bankayı, size olmayan bir parayı yediren bir dolandırıcı olarak kabul ettiğinizi söylemiş olursunuz. Ama o zaman şunu da düşünmenizi isterim: “Olmadığını bildiğiniz bir parayı harcarken aldığınız hazzı, başkasına ödetmeye kalkmak sizce ahlâkî midir?

Bu yazı birkaç açıdan bir faciadır. Birincisi, yazarımız sözlerinin sosyalizmin komuta rejimine bir övgü olduğunun farkında değildir. İkincisi ve daha fecisi, sosyalizmin ahlâk dışılığının farkında değildir. Üçüncüsü, “milletin iyiliğini istemekle” tebarüz eden milliyetçi camianın, ekonomiden bütün anladığının, ekonominin bakanlarca idare edilen bir şey olduğunu sandığını göstermesidir. Ekonominin, ahlâk ve hürriyetle ilişkisini kurmayan Türk milliyetçilerinin felsefi boşlukları, kendi başına bir zarar kaynağıdır. Umalım ki milliyetçiler millet menfaatinin, birkaç bakanın ve bürokratın aklının ötesinde bir şey olduğunu artık idrak edebilsinler.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=17664

Hiç yorum yok: