4 Ekim 2009 Pazar

Çatışmasızlık Riyakârlığı


Mesele silâhsızlanmanın veya çatışmasızlığın pratik sonucudur.
Silâh kimin elinde meşrudur, kimin elinde değildir? Silâh meşru bir devletin ordusunun ve polisinin elinde meşru iken devlet dışındaki organize güçlerin elinde gayrimeşrudur.
Ölçü bellidir: Devletin güvenlik sağlayıcı tekelinin zarureti.
Dolayısıyla amaç ne olursa olsun, isteklerini bir topluma veya devlete silâh zoruyla dayatmaya kalkan herkes kendiliğinden gayrimeşrudur.
“Düşman”, bir devletin koruduğu millî egemenlik alanına tecavüz eden, bu alanı tanımayan her bir fert veya topluluktur.

Dolayısıyla etnik terör örgütü bir “düşmandır”.
Bu örgütünü propagandasını yapan her kim ise de düşmanla işbirliği eden bir haindir.
Bunun “haklarla” vs ilgisi olamaz. Düşmanın bizim egemenlik alanımızda herhangi bir hak talebi, olamaz.

Dolayısıyla “çatışmasızlık” nakaratını tekrar edenlerin, taraftarı oldukları örgütün, maaşını aldıkları devletin düşmanı olduğunu bilmeleri gerekir.
Bazıları etnik terör örgütünün üyelerinin silâh bıraktıktan sonra siyaset yapmasının sağlanması halinde barışın geleceğini söylüyorlar.

Canımızın, malımızın ve ırzımızın düşmanlarının herhangi bir aftan sonra silâh bırakacaklarına dair ufukta herhangi bir teminat yoktur.
Mesele de basit bir okul, park, kitap, dergi, televizyon meselesi değildir.
Mesele, “Türk” adının egemenlik hakkının silâhla ortadan kaldırılması teşebbüsünün affedilip affedilmemesidir.

Dolayısıyla Türk’e düşman silâhlı adamların yapacakları siyasetin bütünlükten yana olacağını düşünmek abesle iştigaldir.

Eğer gerçekten vatandaşlık bilincine sahip “insanlar” olsalardı, ellerine silâh alıp çoluk çocuk, asker, sivil katletmez, ifade hürriyetinin, milletin bütünü için ayrımsız tanınması yolunda barışçı bir mücadele verirlerdi.

Oysa bu gün etnik siyasetin bütün yaptığı ikiyüzlü ve utanmaz bir tehdit politikasını bize “siyaset” diye yutturmaktan ibarettir.

Düne kadar ellerinde silâh Mehmetçik avlamaya çıkmış çakalların yarın herhangi bir afla “siyaset” yapmaları onları sulhsever kılmayacağı gibi amaçlarını da değiştirmeyecek üstelik “Türk” adını silerek egemenlik hakkımızı yok etmek amacına “meşruiyet” kılıfı dikmekten başka bir işe de yaramayacaktır.

Egemenliğin temel haklara saygıyla sınırlı olduğunu bir kere daha belirttikten sonra, vatandaşlık hakkının da temel hakların koruyucusu devletin hukuk birliğini korumak maksatlı güç kullanmak tekeline saygı şartına bağlı olduğunu da ısrarla belirtmeliyiz. Bu şartlı tekele saygılı olmak veya olmamak vatandaş olup olmamak sınırını belirler.

Etnik siyasetin tek bir amacı vardır, silâhlı veya silâhsız şekilde Türk adının egemenlik hakkından arındırılmış, “kurtarılmış”, özerk bir bölge oluşturabilmek ve bundan sonra “ayrılmak” inisiyatifini, Türk’e danışmadan kullanabilmek erkini kazanmak…

Bu amaç millî egemenliğimizle bağdaşabilir mi? Elbette bağdaşamaz. O halde bu amaca ulaşmak için hangi aracın kullanıldığının da bir farkı yoktur. Dolayısıyla düne karda ellerine tutuşturulan silâhlarla Mehmetçik’e kafa tutabileceğini sanan kuklaların ellerinde silâh olmaksızın yapacakları şeyden de bir hayır sadır olmayacağı ayan beyan ortadadır.

Yapılması gereken, Türk devletine düşmanlık edenlerin kayıtsız şartsız teslim olmaları halinde suçlarının niteliğine göre adil şekilde yargılanmaları ( ki Türk milletinin mahkemelerini tanımamalarına rağmen), teslim olmayanların da fiillerinin doğal sonucu olarak yok edilmesidir. Çünkü “düşmanla” pazarlık edilmez. Çatışmasızlıkta Türk milleti için bunlardan başka “meşru” bir yol olamaz.






Hiç yorum yok: